Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Beyaz Türkiye'nin resmi ölüm ilanı

        Arhan Kayar’ı şahsen tanımadım. O yüzden onun arkasından yakından tanıdığım insanlar hakkında yazdığım bir-iki yazı gibi şahsi bir ağıt kaleme alamayacağım. Ama Arhan Kayar’ın kim olduğunu çok iyi biliyorum tabii ki. Bir zamanların Vizyon dergisinin kuşe kağıtlı sayfalarında hep dişlerini göstererek gülümsediği o fotoğraflardan. Ya da zamanında ortak müdavimi olduğumuz gece kulüpleri Safran ve NuPera’daki hafta sonlarından. İstanbul’un çok küçük olduğu, insanların kabile halinde gezdiği, herkesin birbirini tanıdığı ve mutlaka içlerinden birimizin onun meşhur partilerinden birine davet edildiği yıllardan bir kent karakteri. Ve artık yok.

        Onu gece hayatına ve partilere indirmek hafifletmek olur, zira kurucusu olduğu iletişim ajansı dDf milyon dolarlarla oynayan, hem yurtiçinde hem yurtdışında büyük işler yapan bir şirket. Bir ara Turizm Bakanlığı adına Türkiye’nin tanıtım filmlerini çekiyordu; o gün benimsenen şablon aşağı yukarı bugün hala neredeyse aynı şekilde kullanılıyor.

        Kayar’dan birkaç gün önce ölen Ersin Salman’ıysa hiç tanımıyorum. Ada Ajans’ın kurucusu olduğunu biliyorum, reklam dünyasında bir efsane olduğunu da. Eski solcuların reklamcı olması bir Özallı yıllar klişesidir, ama Salman hayatının sonuna kadar sosyalizmden vazgeçmedi ve şiirler yazdı. Türkiye’de reklamcılığın babalarının köklerinin sosyalizme dayanmaları önemli bir tez konusu aslında. Benim hipotezim: Sosyalizmi iyi bilen biri sermayenin nasıl işlediğini de bilir, bu yüzden de iyi reklamcı olur. Ama konumuz bu değil.

        Gerek Arhan Kayar, gerekse de Ersin Salman hem kendi alanlarında çok başarılı olmuş hem de iyi dostluklar biriktirmiş insanlar. Dolayısıyla belli bir çevrede, benim de tanıdıklarım arasında ikisinin ölümüyle sarsılan çok sayıda insan var. Acılarına katkıda bulunmak istemem, ama bir başka ölüme daha hazırlıklı olmakta fayda var.

        Michael Jackson, Farah Fawcett ve Ed McMahon’ın bir yaz arka arkaya ölmelerinden sonra kabul gören bir teoriye göre şöhretler üçer üçer ölür—her ne kadar istatistiki olarak her zaman tutmasa da.

        Umarım teori bu sefer de tutmaz ve bir kişinin daha ölüm haberini almayız. Ama aynı sektörden arka arkaya gelen bu iki ölüm kaçınılmaz olarak bir üçüncüsünün de habercisi. (Ay başında Ada Ajans ekibinden reklamcı Nazar Büyüm de hayatını kaybetti.) Ve ben bu sefer bütün bu ölümler sonunda ölecek yeni kişiyi de biliyorum: Beyaz Türkiye de resmen öldü.

        “BATSIN BU DÜNYA” YILLARI

        “Beyaz Türkler” kavramı zaman zaman gündeme gelir Türkiye’de ama hiç kimse tam olarak ne anlama geldiğini çözemez. “Teksas Malatya” kitabında bu tabiri kullanan gazeteci Ufuk Güldemir’in o zamanki kastı Turgut Özal’ın Kürt olduğu için Cumhurbaşkanı seçilmesini istemeyen bir elitti.

        Kavram Güldemir ölmeden önce de gündemdeydi ve son konuşmamızda ne anlama geldiğini artık kendisi de bilmiyordu. “Artık benden çıktı,” demişti. Zaman içinde Serdar Turgut tarafından Türkiye’nin aydınlık insanları, Ertuğrul Özkök tarafından da özellikle 2010 referandumundan sonra Erdoğan karşıtı cepheyi tanımlamak için tercih edildi Beyaz Türkler kavramı.

        Ama 90’ların ortasında bu kavram İstanbul’da özellikle sol kesim tarafından pejoratif anlamında kullanılır, asıl kastı da siyasi değil sınıfsaldı. Beyaz Türkler’den kasıt Özal Türkiye’sinde “yükselen değerler” diye pazarlanan kavramları benimseyen insanlardı. Serbest piyasayı benimseme, kredi kartıyla alışveriş (evet bir zamanlar ayrıcalık göstergesiydi), yılda birkaç kere yurtdışı seyahatleri, kayak ve tekne tatilleri, reklamcılık, finans, medya gibi beyaz yakalı işlerde çalışma, yurtdışında okumuş olma şartı, yabancı dile hakimiyet, hatta mümkünse Türkiye’de Türklerle de İngilizceyi konuşmak ve yine mümkünse dolarla maaş almak.

        Bu kitlenin gittiği mekanlar da aşağı yukarı belliydi. Nişantaşı’ndaki Touchdown bunlardan biriydi mesela. Beyoğlu’ndaki Safran ise Beyaz Türkler’in dağıtma mekanı, yaşadıkları—yaşadığımız—ülkeyle belki de tek temaslarıydı. Mekanın sahibi Altan Yağcı—sinema adı Aslı Altan—aynı zamanda DJ’lik yapardı ve gece yarısını geçtikten sonra artık hangi yabancı şarkıları çalıyorsa ara verir ve aniden Orhan Gencebay’ın “Batsın Bu Dünya” şarkısını çalardı. O sırada herkes çoktan masaların üstüne çıkmış olur, gecenin tek Türkçe şarkısı, ama en Türkçe şarkısını hep bir ağızdan bağıra bağıra söylerdi: Yazıklar olsun… Söylememe gerek yok herhalde, bu gecelerin kadrolu üyelerinden biri de Arhan Kayar’dı.

        SOLCU-NEW YORKLU ÇATIŞMASI

        2000’lerin başında Radikal gazetesi için Orhan Gencebay’la üç saatlik bir söyleşi yapmıştım. Orhan Gencebay’a merhaba demek üç saat sürüyor, ama değmişti ve çok güzel bir söyleşiydi. Onunla çok pek çok şey konuşulabilir, nitekim Meral Özbek ilk kez doktora tezi yazdı ve Murat Belge de zamanında Birikim’e söyleşi yaptı. Ama benim merakım Beyaz Türklerle ilişkisi, özellikle de Safran’da şarkısının çalınmasıydı.

        Normal şartlarda İstanbul’un birkaç yüz kişilik müşteri kitlesi olan bir gece kulübünde yaşananlar ulusal çapta bir yayın organının geniş yer ayırabileceği bir konu değil. Ama Radikal’in bir işlevi—en azından hafta sonları—Beyaz Türkler’in kendi kapalı devre yayın organı olmaktı. Bu durum Aydın Doğan’ın patronajı altında devrim yapma hayali kuran gazetenin birahane solcusu kesiminin hoşuna gitmiyordu. Aslında bir anlamda Türk entelektüel hayatının mikrokozmosu gibiydi gazete de: Beyaz Türkler, eski solcular, hala solcu kalanlar, davayı satanlar, davaya hala sahip çıkanlar. Bir ara, tam da Beyaz Türkler’in klişe tanımına uygun olarak, Radikal’de aralarında benim de bulunduğum bir grubun kendilerini “İstanbul’un New Yorkluları” olarak tanımladığı bile söyleniyordu; elbette küçümsenerek. Müsebbibi ben olmalıyım, zira Radikal İki’ye “İstanbul’dan ‘The City’ olur mu” diye bir yazı yazmış, şehrin mahallelerini Manhattan’ın bölgeleriyle kıyaslamıştım. Sahiden biraz öyle yaşıyorduk galiba, Village (Asmalı) ve Soho (Cihangir) arasında mekik dokuyorduk sanki. Herkesin birbirine birkaç adım mesafede, bir tanıdığın illaki bir başka tanıdığı olduğu dar bir çevre, bol sanat, yeme-içme, bol İngilizce.

        İNGİLİZCE ISRARI

        Beyaz Türkler kendilerine Beyaz Türkler denmeden önce de aralarında İngilizce konuşuyorlardı. Ada Ajans’ta geçirdiği 10 yılı yazan Nesteren Davutoğlu’nun “Ada’da Zaman” kitabını okumak için insanın çift dil konuşması şart mesela. Muazzam bir arşivci titizliğiyle post-it’ine kadar sakladığı anı kırıntılarıyla hem Ada Ajans’ı, hem Türk reklamcılığını, hem de Ersin Salman’ı anlamak için önemli bir kaynak bu kitap.

        80’lerin reklamcılarının kendi aralarında İngilizce konuştuklarını, yazışmaları İngilizce yaptıklarını, duvarlara İngilizce sloganlar yazdıklarını, hatta kendi adlarını bile İngilizceleştirdiklerini görmek mümkün kitaptaki fotoğraflardan: Nesteren yerine Nes ya da Ness mesela. Or Nest.

        Bugün İngilizce konuşmak 80’lere, hatta 90’lara kıyasla övünülesi bir ayrıcalık değil. Hatta su içmek, nefes almak gibi bir zorunluluk. Ama ne acı ki bugün İngilizce konuşanların oranı belki kağıt üzerinde daha yüksek olsa da, eğitim seviyesi yerlerde sürünüyor ve çoğuna nitelikli lisan biliyor denemez. Oysa Ersin Salman’ın Ada Ajans kuşağı, ya da Arhan Kayar’ın Beyaz Türkleri gerek yurtiçinde gerekse de yurtdışında çok iyi eğitim aldıkları için yabancı dile de hakimdi. Bir zamanlar ana dili gibi İngilizce konuşanlar yetişiyordu bu ülkede ve bir yerlere gelebiliyorlardı.

        Beyaz Türkiye, evet, ayrıcalıklıydı ama bu ayrıcalık dönemin mizah dergilerinin hicvettiği gibi illaki içi boş bir ayrıcalık değildi. Ti’ye alınan insanların çoğu da, hele bugünkü insan malzemesiyle kıyaslandığında, donanımı azımsanmayacak insanlardı.

        BOBO DİYE BİR KAVRAM

        Aslında o dönem Beyaz Türkler denildiğinde kastedilen bir türlü Türkiye’de oturmamış New York menşeli bir başka kavramdı: Bobo, bohem burjuvalar. Buram buram 90’lar kokan bobo prototipine birebir uyuyordu bizim Touchdown ya da Safran’daki Beyaz Türkler tayfası. Belki biraz taklit, belki biraz klişe, belki fazlasıyla kendilerini beğenmişlerdi. Belki gerçekten New York özentiliği abartılmış, mizah malzemesi olacak kadar karikatürleşmişti. Zaman zaman içinde olup dalga geçmemek de mümkün değildi, nitekim çoğu zaman da öyle yaptım ve ben de sık sık onlarla dalga geçtim.

        Sürekli bir parti verme telaşı, sürekli bir ‘networking’ merakı, sürekli bir klancılık ve birbirini kayırma, sürekli İKSV etkinliklerine övgüler, sürekli Arhan Kayar’ın partilerine davet edilmeler ve sürekli bir New York seyahat programı. Bobolar fazlasıyla renkli fotokopiyle çoğaltılmış, belli şablona uygun karakterlerdi. Ama, ne yalan söyleyeyim, eğleniyorduk. Çok ama çok eğleniyorduk.

        Safran’da masanın üstüne çıkmak, Touchdown’da merdivenlerde bira içip sosisli yemek ve reklamcıların kendi aralarında konuşmalarını dinlemek, Nu Teras’ta küçük atıştırmalıklar eşliğinde Haliç’e bakarak Menderes Utku’nun çaldığı müzikleri dinlemek. Öyle böyle değil, bizim de kendimize ait bir kent kültürümüz varmış. O zamanlar New York’a özendiğimiz şey aslında fazlasıyla İstanbul’muş, en azından bir kesimin İstanbul’uymuş ve bugün ardından ağıt yakılacak kadar da kent kültüründe yer etmiş.

        KENTE YÖN VEREN YÜZ KİŞİ

        Bugün artık Beyaz Türkiye’den söz etmek mümkün değil. Bobo’lar varsa bile çoğu evde. Eskisi gibi “herkesin” gittiği tek bir mekan, her gece takip ettiği tek bir rota yok. Hayat aynı değil, ama bu değişimin illaki daha renkli, daha olumlu olduğu sonucu da çıkmamalı. Üzerinden bir 20 sene sonra hakkından “Ah ne günlerdi,” diye yazılacak bir tek gece kulübü var mı acaba şu anda İstanbul’da. 20 sene öncesinin İstanbul’undan hakkında kitap yapılacak kadar önemli birkaç mekanı sayabilirim oysa.

        Touchdown ya da Safran’ın sonsuza kadar açık olmasını, oralarda eski reklamcıların ya da sol sosyetesinin buralardan cenazelerinin kaldırılmalarını beklemiyorum elbette. Ama yeni isimler, yeni mekanlar, yeni karakterler arıyorum. Bugün, o dün beğenmediğimiz türde bir İstanbul bobo kültürü, ya da benzeri yok. Sadece geçmişe ağıt var artık İstanbul’da.

        Normal şartlarda, kent kültürünün yerleştiği ve burjuvazisinin köklerinin sağlam olduğu büyük şehirlerde nostalji pek kabul görmez. Oralarda zaman ileriye doğru akar, bugünkü İstanbul’un aksine. Belli alışkanlıklar değişse, kültür evrilse de yaşam tarzına sahip çıkma bakidir.

        İnsanlar sabit kalmaz elbette; yaşlanır, köşelerine çekilirler, emekliye ayrılıklar, çoluk çocuğa karışırlar, ya da bu dünyadan ayrılırlar. Ama kent kültürünün devamlılığı açısından yeni karakterler oyuna girer. Anne-babalarının izinden giden çocuklar, yeni dâhiler, yeni medya dünyası karakterleri çıkıverir ve kentin öncüsü olurlar. Kent masalının kahramanlarıdır bu insanlar ve bu şehirlerin asıl ışıltısı da onların hayatlarıdır. Ya da partileri.

        Çok uzun zamandır İstanbul’da Arhan Kayar’ın verdiği partilere benzer bir parti ya da ev sahibi duymuyorum. Ne davet geliyor ne de parti olarak katıldığım gecelerden arkama bakmadan kaçmak istiyorum. Dahası, bir zamanlar Vizyon dergisinin o sayfalarını süsleyenler gibi kent karakterleri de yok.

        Oysa çok da uzak olmayan bir geçmişte, bir zamanlar dergilerin pek sevdiği türde “İstanbul’a yön veren 100 kişi” gibi bir konu yapmaya kalkışsam ezberden ya da bir-iki telefonla bu listeyi kolayca tamamlardım. Arhan Kayar bu listede illaki olurdu. Ersin Salman da. Şimdi 10 kişi bile aklıma gelmiyor. Bir kişi bile bulamıyorum. Çoğumuz artık İstanbul’da bile yaşamıyoruz.

        Bu durum sadece kültürün değişmesiyle açıklanamaz, kültürün öldürülmesiyle, kasten yok edilmesiyle açıklanabilir. Nitekim son 20 yılda adım adım Türkiye’nin ışıltısı sönerken gelinen kaçınılmaz sondayız artık. Giden gitti.