Deniz Ülke Arıboğan: Avrupa için yeni ortaçağ
Dünya koronavirüs ile mücadelesini sürdürürken salgın sonrası dönem için de siyasi, iktisadi ve toplumsal etkileri üzerine tartışmalar gecikmedi. Habertürk'ten Kübra Par, bir röportaj dizisinde yetkin isimlere kulak veriyor... Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, virüsün küresel çapta büyük bir yapısal dönüşümün tetikleyicisi olacağı görüşünde...
Sayısı her gün artan ölüm haberleri, dolup taşan yoğun bakım servisleri, sokağa çıkmama çağrıları, kapatılan iş yerleri, boşaltılan market rafları, sosyal mesafe, durdurulan uçak seferleri, kapatılan sınır kapıları... Koronavirüs ile mücadele ettiğimiz şu günlerde dünya bir felaket filminin platosunu andırıyor...
İtalya Başbakanı Giuseppe Conte ülkesinde yaşanan felaketi “2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en zor krizle karşı karşıyayız” sözleriyle özetledi. Muhtemelen bu yalnızca İtalya’nın kaderi olmayacak.
Devletlerin her biri bu sürece farklı yöntemlerle yanıt verse de bütün dünyada ortak olan bir şey var; bu kriz merkezi hükümetler tarafından yönetiliyor ve vatandaşlar hem alınacak tedbirler hem de sosyal hizmetler anlamında devletin her zamankinden çok sorumluluk almasını istiyor.
Bu süreç beni geçen yüzyıl boyunca tartışılan iktisadi ve politik sistem farklılıkları üzerine tekrar düşünmeye itti. Liberal kapitalizme karşı sosyal devlet, küreselleşmeye karşılık ulus devletlerin yükselişi ve milliyetçi içe kapanma, sosyal dayanışmaya karşılık yabancı düşmanlığı... Dünya bundan sonra bunlardan hangisine doğru evrilebilir? Korona salgını tıpkı bir dünya savaşından sonra olduğu gibi yarattığı travma ve öğrettiği dersler ile insanlığın kaderini kalıcı olarak değiştirebilir mi?
İşte bu büyük sorunun yanıtını bir dizi röportajla siyaset bilimcilere, tarihçilere, ekonomistlere ve düşünürlere soracağım.
Dün tarihçi yazar Yuval Noah Harari ile konuşmuştuk.
Röportaj dizimiz bugün Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan ile devam ediyor...
Küresel insan hareketliliği nedeniyle yayılan Korona bütün dünyayı aynı dertten mustarip ve aynı şekilde önlemlerin alındığı küçük bir köye çevirdi. Öte yandan milli duvarların daha da yükselmesine sebep oldu. Seyahat yasakları artıyor ve kilit önemdeki ürünlerin ihracatına sınırlama getiriliyor... Korona, bir süredir yükselen sağ popülizmi iyice besleyerek küreselleşmenin sonunu mu getirecek yoksa aksine böylesi bir insanlık krizi karşısında devletler dayanışmayı güçlendirecek mi? Yeni bir tür küreselleşme doğurabilir mi bu süreç?
Doğrusu ben bu sürecin sonunda mutlaka şu olacaktır demekten yana değilim; zira en az 2 eğilimin birden güçleneceğini ve hatta bunun yanı sıra bazı hibrid modellerin doğacağını düşünüyorum. İlk elden ortaya çıkan görüntü, ülkelerin içe kapandığı ve “self-help” dediğimiz bir kendini kurtarama yolunu tercih ettikleri. Hepsinin ekonomileri, sosyal ve siyasal yapıları tehdit altında. Hükümetler merkezi kararlarla sınırlarını kapıyorlar; insanları evlerine döndürmeye çalışıyor, bazılarında tanklar, askeri ve polisiye güçler sokaklarda. Ülkelerini, sanki kapılarını kapayınca zorlayıcı tedbirlerle koruyabilecekleri bir evmiş gibi değerlendiriyorlar. Üstelik virüsü bir kez temizleyince bir daha kapıdan bacadan da sızmaz diye düşünüyorlar. Komşudaki komşunun sorunu, ben evimi koruyayım derdindeler. İşe yarar mı derseniz bence imkansız, ama bu yaklaşım kuşkusuz siyasi güç kompozisyonunu merkeziyetçileştiren ve kriz sonrasında da devam edebilecek otoriter, içe kapanmacı ve güvenlikçi devlet anlayışını hakim kılacak bir metot. İkinci eğilim ise şimdilerde ortalıkta pek görünmeyen, ancak bu pandeminin bir noktasında mutlaka gündeme gelecek olan “ortak mücadele” stratejisi. Yani küresel yönetişim mantığı çerçevesinde “dünya hepimizin ortak evi; temizlersek hepsini temizlememiz gerekir. Aksi halde hiçbirimiz güvende olamayız” düşüncesi. Özellikle küresel sağlık sorunları tüm ülkeleri birlikte davranmaya itmesi gereken konular. Bu meseleyi çözen ilk ülke bunu dünya ile paylaşmak durumunda, aksi halde kendisi de iyileşemez. Kaldı ki pandemi nedeniyle derinleşmekte olan ekonomik kriz herkesi vuracak. Korona kanımca küresel çapta büyük bir yapısal dönüşümün tetikleyicisi olacak.
‘BİZ KÜRESELLEŞME DERKEN DÜNYA BİR ANDA BAMBAŞKA BİR FAZA GEÇTİ’
‘Toplumlar bu tür istikrarsızlıklarda ‘gücün merkezi olan devlete’ yani baba figürüne sığınır’
“Ortak mücadele” stratejisinden söz ettiniz... Kemal Derviş de koronavirüs üzerine yazdığı makalesinde bu pandeminin milliyetçiliği ve içe kapanmacılığı tetikleyebileceği gibi, tıpkı 2. Dünya Savaşı sonrası dönemdeki gibi uluslararası işbirliğinin artacağı yeni bir dalgayı da teşvik edebileceğini söylüyor. 2. Dünya Savaşı'nda yaşanan felaketler gibi koronavirüs de milletleri birbirine yaklaştırabilir mi?
Evet, ben de sayın Derviş ile benzer düşünüyorum. 2018’de yazdığım “Duvar” isimli kitabımda da dünyadaki bu iki eğilimi anlatırken ‘duvarcılar’ ve ‘köprücüler’ diye ikiye ayırmıştım. Eğer köprü inşaatçıları, duvarcı ustalarını yenemezse geleceğimiz şimdilerde çok popüler hale gelen o duvarların ardında şekillenecek demiştim. Son cümlem de “winter is coming” idi. Berlin duvarının yıkılışından bu yana 30 yıldan fazla zaman geçti ve biz küreselleşme, demokratikleşme, libaralleşme, işbirliği derken dünya bir anda bambaşka bir faza geçti. 1989’da dünya üzerinde yaklaşık 15 ülkenin sınır duvarı varken bugün 80 civarında ülke sınırlarını duvarlarla çeviriyor. Bunların arasında biz de varız. Aşağı yukarı Akdeniz’den Karadeniz’e uzanan bütün sınır hattımızı duvarla kapatıyoruz. Liberal dünya olarak tanımladığımız coğrafi alanda ‘güvenlikleştirme süreci’ çok daha büyük bir hızla yükseliyor. Sayın Derviş ile belki ayrıştığımız esas nokta, bu iki eğilimin aynı ağırlıkta yükselmediğine dair kanaatim. Otoriter ve içe kapanmacı anlayış büyük bir ivme almış durumda. Üstelik 11 Eylül 2001’den beri ustalıkla dantel gibi örülen bir yapıdan söz ediyoruz. El Kaide terörü, 2008 ekonomik krizi, çöken Arap Baharı, DAEŞ tehdidi falan derken bu pandemi de kolayca istismar edilip araçsallaştırılabilir bir fırsat sunuyor duvarcılara. Toplumlar zaten ortaya çıkan tüm istikrarsızlıklarda ‘gücün merkezi olan devlete’ yani baba figürüne sığınır. Paternal devlet anlayışı şefkat değil, kontrol ve cezalandırma üzerine kuruludur. Halk bir türlü büyüyemeyen, doğru yolu bulamayan bir çocuk gibi disipline edilip, yol gösterilmesine ihtiyaç duyar. Bu nedenle ortaya çıkan bu krizin çözümü açısından ‘küresel yönetişim’ ihtimali doğsa da, kriz sonrası esas eğilimin duvarcıların lehine gelişeceği inancındayım.
‘BU PANDEMİ GELMEKTE OLAN DÜNYA KRİZİNİ GELMESİNİ GECİKTİRECEK’
Kemal Derviş artan küreselleşme ile belli merkezlerin yükselişinin dünya için risk de yarattığını, Çin ya da ABD’de çıkan bir sorunun hızla dünyaya yayıldığına da dikkat çekiyor. Ulusların içe kapanmasını savunmayalım tamam ama karşılıklı bağımlılığın yarattığı riskler karşısında ne yapmalı?
Dünya üzerinde belli merkezlerin risk yaratmasından daha riskli olan şeyin merkezsiz bir dünya olduğu savı da çokça dile getirilir. Kimilerine göre bu büyük bir istikrarsızlık ve anarşi ortamını tetikleyebilir. Bazıları sistemde tek bir merkezi gücün varlığını olumlu görüp, ‘hegemonik istikrar’ bağlamında açıklıyorlar. Mesela ABD yanlısı Krasner, Gilpin gibi bazı düşünürler yıllarca hegemonik istikrarı övüp, ‘alicenap imparatorluk’, ‘iyiliksever hegemon’ gibi kavramlar yoluyla ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya sisteminin neden çok daha iyi işleyeceğini anlatmaya çalıştılar. Waltz gibi teorisyenlerse iki kutuplu sistemin çok daha istikrarlı olduğunu savunup, Soğuk Savaş döneminde dünyanın görece daha istikrarlı olduğunu öne sürdüler. Morgenthau, Carr gibi klasik realistlerse her zaman çok kutuplu bir güç dengesini ön plana çıkartmaya çalıştılar. Velakin işin özünde bunların hiç biri sonsuz bir istikrar sağlama potansiyeline sahip değil, zira sistem devingen. Uluslararası ortam sürekli değişim ve dönüşüm halinde ve güç merkezleri hiç durmadan yer değiştiriyor. Son dönemde güç merkezinin Pasifik’e doğru büyük bir sürat ve ağırlıkla kayması kriz veya savaş ortamını tetikleyici olabilir diye düşünülüyordu. Ben de ‘kış’ geliyor derken bunu kast etmiştim. Şartlar sanki dünya savaşları öncesindeki ekonomik, askeri ve diplomatik ortama doğru sistemi geriyordu. Bu pandemi şu an büyük bir sorun olsa da, yapısal dönüşüm zorlaması nedeniyle belki çok daha büyük krizlerin önüne geçmiş olabilir diye düşünüyorum. Bu belki Polyannacılıktır, ama bence gelmekte olanın gelmesini geciktireceği kesin.
‘DÜNYA MEGA İDEALLERİN PEŞİNDE OTORİTER LİDERLERLE DOLU’
Daha kötü ne gelebilirdi? Yani gelmekte olan daha büyük kriz derken tam neyi kastediyorsunuz? Güç merkezinin Pasifik’e doğru kayması ne tür bir kriz yaratabilir?
Açıkçası ben küresel çapta olmasa da bölgesel nitelikli büyük savaşların kapıda olduğunu düşünüyordum. Tarih boyunca savaş öncesi dönemlere bir göz attığınızda benzer trendleri görmeniz mümkün. Mesela birinci gösterge silahlanma harcamalarının artıyor olması. 21. Yüzyıla girdiğimizde dünyadaki toplam savunma harcamaları 750 milyar dolar seviyesinde idi. Bugün 2 trilyon dolara yaklaştığını biliyoruz. Üstelik savaş teknolojilerinde ciddi bir sıçrama var. İkinci koşul küçük çaplı bölgesel krizlerin varlığıdır ki, Suriye ve Libya krizindeki kilitlenmeler büyüme potansiyeli gösteriyor. Üçüncü koşul siyasi merkezi konsolide eden otoriter liderlerin varlığıdır. Bunlar mega ideallerin peşine düşerler; şimdilerde dünya bunlarla dolu. Dördüncü koşul göç hareketlerinin artışı ve buna karşı tepkiselliğin güçlenmesidir. Bugün dünya üzerindeki zorunlu göç mağdurlarının sayısı 2. Dünya Savaşı’nın üzerindedir. Radikal milliyetçi hareketler hatta faşizme varan uygulamalara dönük toplumsal destek artıyor. En önemlisi de süregiden kapitalist sistemin darboğaza girmiş olması ve Pazar genişlemesinin durmasıdır. Ekonomik koşulların Endüstri 4.0’ın getirdiği yeni üretim ilişkilerine adapte olması meselesi kanımca temel belirleyici olacak. Ben ciddi bir sıkışıklık görüyordum; bu vesile ile mecra değişti ve yapısal dönüşüm başka bir kanaldan şekillenmeye başladı.
‘ÇATI KURULUŞLARA NE KADAR GÜVENEBİLİRİZ EMİN DEĞİLİM’
Öte yandan Birleşmiş Milletler’in işlevsiz bir yapı olduğuna dair yıllardır eleştiriler işitiyoruz. Dünya Sağlık Örgütü’ne aktarılan fonlar giderek azaltılıyordu. Bu dönem bize güçlü ve etkili uluslararası koordinasyon ve güçlü uluslararası çatı yapılar gerektiğini gösteriyor mu?
Elbette, ama aynı zamanda şu ana kadar kurulanların ne kadar işlevsiz kalabildiğini de gösteriyor. Dünyanın 75 yıldan bu yana karşı karşıya kaldığı en büyük krizde devletler çatı örgütlerine değil, kendi iç yapılarının kapasitelerine bel bağlamış durumdalar. IMF, Dünya Bankası gibi kurumların ne işe yarayabileceğini bu ilk sıkışma atlatıldığında göreceğiz. Sorun zaten son 100 yılda kurulan uluslararası kurumların büyük krizler başladığında çaresiz kalması. 200 yıllık bir tartışmadır bu aslında. Kant ve Hegel’den bu yana devletlerin bireysel çıkarları aksini işaret etmesine rağmen, uluslararası normlara ve kurumların kararlarına bağlı kalıp kalmayacaklarına dair. Özellikle büyük devletlerin kendi çıkarlarına dünya sathında meşruiyet kazandırmak için bu tür kurumları kullandığı konusunda yaygın bir kanaat hâkim. ABD’nin çevresel felaketleri önlemeye çalışan Kyoto protokolünü imzalamaması, Paris İklim Anlaşmasından imzasını geri çekmesi gibi, beğenmedikleri kararı kendileri uygulamıyor. ‘Dünya 5’ten büyüktür’ ifadesi zaten aslında bunu anlatmaya çalışıyor. Dünyanın en güçlü ve yaygın kurumu olan Birleşmiş Milletler bile her konuda özel haklar tanınmış 5 devletin veto kullanıp kullanmayacağını takip etmek durumunda bırakıyor diğerlerini. Üstelik tüm bu küresel örgütlerin ya da çatı kuruluşların maliyetleri büyük ölçüde ekonomik açıdan güçlü devletler tarafından karşılandığı için, doğal olarak onların kontrolünde hareket etmek durumunda kalıyorlar. Devletlerin etkisinden arındırılmış yürüyenler de küresel sermayenin güç kompozisyonuna göre davranıyor. Kısaca şu veya bu şekilde bir veya birkaç güç merkezine takılmadan işlemek mümkün değil. Bu bakımdan çatı kuruluşlara ne kadar güvenebiliriz emin değilim.
‘BU ORTAÇAĞIN DÖNÜŞÜDÜR; YENİ ORTAÇAĞDIR’
‘Refah toplumlarının klasik şımarıklığı içerisinde yaklaşıp, sonrasında kontrol edemedikleri bir belayla karşılaştılar’
Otoriter bir devlet olarak görülen Çin Korona ile mücadelede daha başarılı olurken, Avrupa, özellikle de İtalya hastalıkla mücadelede sınıfta kaldı. Bu örnekler bize yönetim sistemleri ve siyasal sistemler üzerine ne söylüyor?Öncelikle eğer Çin gerçekten başarılı olsaydı, dünya şimdi bu durumda olmazdı. Wuhan’da yaşananlar bir distopya örneğiydi. 3 binden fazla da kayıpları var. Kaldı ki şu ana kadar süreci en başarılı götüren bence Almanya. Mesele virüsün alımını ya da dağılımını durdurmak değil. Çünkü durduramazsınız. Rakamlar büyüyecek ve toplumun en az yarısı bağışıklık kazanana kadar salgın sürecek. Ama zamana yayıcı tedbirlerle sağlık sisteminizi rahatlatıp herkesin ulaşmasını sağlayabilir ve ölüm oranını düşürebilirsiniz. İtalyanlarsa Avrupa’nın en yaşlı nüfusuna sahip. Üstelik bu yaşlılar evde oturmayıp sürekli dışarıdalar ve sosyal ortamı neşeyle paylaşan bir kültüre sahipler. Başlarına nelerin gelebileceğini ilk anda anlayamadılar. Refah toplumlarının klasik şımarıklığı içerisinde yaklaşıp, sonrasında kontrol edemedikleri bir belayla karşılaştılar. Allah yardımcıları olsun. Şimdi evlerine kapanıp kalmış durumdalar. Zaten Avrupa sahip olduğu yaşlı nüfusu dolayısıyla en büyük risk alanı. Bu pandemi sadece insan maliyeti açısından değil, ekonomik ve siyasi bir güç merkezi olma niteliğini kaybetme bağlamında da en çok Avrupa kıtasını vuracak. Avrupa Birliği ideali en azından manevi yolculuğunun sonuna geldi bence. Şu andaki ruh halleri 14. yüzyılın veba günlerine dönmüş durumda. ‘Geçmiş asla unutulmaz; hatta geçmiş bile değildir’ der Faulkner. Geçmiş travmalar kolektif bellek üzerinden yeni nesillere aktarılır. Şu anda büyük büyük dedelerinin, ninelerinin hikayesinin içine girdiler. Bu Ortaçağın dönüşüdür; yeni Ortaçağdır.
‘DEVLET’ PİSTLERE GERİ DÖNDÜ, ‘İLLİBERAL KAPİTALİZM’ VE ‘İLLİBERAL DEMOKRASİLERİN’ DÖNEMİNDEYİZ’
‘Birçok ülkede liberal kapitalizm yerine devlet kapitalizmi ön plana çıkmıştı, bu krizden yeni bir ekonomik model çıkabilir’
Zizek Koronovirüs üzerine yazdığı bir makalede bu dönemin bize küresel tasarlanmış bir komünist sistemin yükselmesi gerektiğini gösterdiğini söylüyor. Böylesi bir sistemin doğuşu mümkün mü?
Zizek de herkes gibi yapının çözüldüğünü görüyor ve kendi arzusuna uygun bir tasarımı öne çıkarıyor. Lakin bahsettiği şey bir komünist tasavvur değil, aksine devlet müdahaleciliğinin ön plana çıkartıldığı kolayca faşizme doğru kayabilecek bir model. Devletlerin sistemden çekilmesini değil, aksine güçlü bir biçimde ittifak halinde küresel salgına müdahalesini öngörüyor. 1815’ten beri gördüğümüz şu: İmparatorlar, krallar ya da seçilmiş yöneticiler fark etmiyor. İttifak haline geldikleri andan itibaren önce kendi sistemlerine ve rejimlerine yönelik tehlikeleri bertaraf etme konusunda anlaşıyor, alternatif fikirleri ve protest aktivizmi yok ediyorlar. Bu tür meseleler rejimlerin konsolidasyonu için fırsat sağlıyor. İyiye değil kötüye doğru değişiyor işler. Ancak son 10 yılda Çin’de Komünist Parti öncülüğünde Kapitalist bir pazarın nasıl yükselebildiğini hepimiz gördük. Bir çok ülkede liberal kapitalizm yerine devlet kapitalizmi olgusu zaten ön plana çıkmıştı. Küresel piyasalar 2008’den beri zaten yoğun bir biçimde devletlerin müdahalesine açık hale gelmişti. Bu krizden yeni bir ekonomik model çıkacağını söylemek yanlış olmaz.
Liberal kapitalizm yerine devlet kapitalizminin yükselebileceğini ben de düşünüyorum. Devletin doğrudan müdahalesinin, refah devletinin, herkes için ücretsiz sağlık hizmetlerinin, işsizlik maaşının öneminin görüldüğü dolayısıyla “devletçiliğin” öneminin fark edileceği bir döneme giriyoruz diyebilir miyiz? “Rise of statism, fall of liberal capitalism” demek abartılı mı olur yoksa şu an ihtiyacımız olan tam da bu mu?
1990’lı yıllardan itibaren devlet merkezinin ekonomi, eğitim, sağlık gibi alanlardan çekilmesini öngören ve bunu demokrasi liberalleşme söylemiyle kutsayan bir küresel ittifak çok güçlenmişti. Bu ittifak devletler arasında değildi. Devlet olmayan, şirketler, bankalar, örgütler, çıkar grupları gibi aktörler küreselleşme ideolojisinin bekçileriydi. Devlet merkezleri ile milliyetsiz küresel güçler arasındaki amansız rekabetin sonlarına doğru bir yerdeyiz şimdilerde. ‘Devlet’ pistlere geri döndü. Küresel aktörler için devlet merkeziyle işbirliği yapma, ya da yok olma zamanı. Liberal kapitalizm ile birlikte liberal yani özgürlükçü demokrasiler de çöküyor. ‘İlliberal kapitalizm’ ve ‘illiberal demokrasilerin’ dönemindeyiz. Değişik bir hibritleşme bu. Bazı ülkelerde kavramın ‘illiberal’ kısmı öne çıkacak, bazısında ‘kapitalizm ya da demokrasi’ kısmı. Başlangıçta bahsettiğim hibritleşme eğilimi ya da modeli de bu zaten.
‘DEVLETSİZ OLMUYOR’, HATTA ‘OTORİTER DEVLETSİZ OLMUYOR’ DÜŞÜNCESİ İLMEK İLMEK DOKUNUYOR’
Guardian’da çıkan yazısında Will Hutton İngiltere’de yeniden Keynesyen ekonomi zamanına girildiğini yazdı. Türkiye özelinde CHP sözcüsü Faik Öztrak işsizlik maaşı gibi tedbirlerin alınmasını önerdi. Keynesyen ekonominin yükselişini getirebilir mi bu süreç?
Kesinlikle. Bu tür krizler sonrası işsizliğe karşı ilk tedbir devletin suni istihdam sağlaması ya da işsizlik maaşı ödemesidir. Zaten endüstri 4.0 şablonunun içinde ‘global baz maaş’ uygulaması çok sözü edilen bir konuydu. Yani robotların, yapay zekânın elimizden alacağı istihdam kapasitesinin nedeniyle, devlet merkezlerinin vatandaşlarına geçimlerini asgari düzeyde sağlamalarına yetecek bir ödeme yapacağı öngörülüyordu. Bu ekonominin çarklarını döndürebilmenin ön koşuluydu. Kimsenin iş bulamadığı, robot emeğinin insan emeğinin yerini aldığı bir düzende kim, hangi parayla tüketecekti? Bu nedenle ekonomi, tüketim motivasyonunu ve akışını devletin belirlediği bir düzen içerisinde oluşturmak durumunda kalacak diye konuşuluyordu. Böyle bir sistemin kaçınılmaz sonucu ise, patronun ‘devlet’ yani ‘siyasi merkez’ olması kuşkusuz. Herkes devletin memuru olunca, hiç kimsenin patronun arzusu hilafına bir eleştirel duruşa sahip olması mümkün olmaz. Tarihsel olarak ilke şudur: “ekmek paranı kim dağıtıyorsa ona itaat edersiniz; aksi halde aç kalırsınız”. Eğer alternatif çalışma olanağınız varsa özgürce davranmanız mümkündür, yoksa şartlar merkezden belirlenir ve makbul vatandaş olmanın dışında bir şansınız kalmaz. Bu da bir Panoptikon modelidir aslında. Herkes tutsaktır ve bir süre sonra ister istemez 1984 romanının son cümlesindeki gibi “Büyük Birader’inizi sevmeye başlarsınız.
Bu yanıtınız beni şaşırttı açıkçası çünkü liberal ekonominin ve serbest piyasanın yıkımlarına karşılık refah devletinin ve güçlü devlet mekanizmasının önemi vurgulanıyor şu günlerde...
‘Önemi anlaşılıyor’ yerine ‘kafamıza kakılıyor’ desek daha doğru bir tavır olabilir kanımca. Hiçbir kriz sonsuza dek sürmez. Krizler bir bir aşılır problemler çözümlenirken, diğer yandan da başka bir zihinsel inşa süreci hayata geçiriliyor. ‘Devletsiz olmuyor’, hatta ‘otoriter devletsiz olmuyor’ düşüncesi ilmek ilmek dokunuyor. Hepimiz devletimizin güçlü kolları, kucaklayıcı kanatları altına sığınıyoruz. ‘Koru beni, seveyim seni’ ilkesi hayata geçiyor.
İyi de karşımızda şöyle bir sorun da var, ABD’de bir korona testi için binlerce dolar ödemek zorundayken Ukrayna’da aynı test ücretsiz yapılıyor... Devlet desteği illa otoriterliği getirir mi?
Başından beri söylediğimiz gibi farklı ülkelerde farklı uygulamalar görebiliriz ancak devlet mekanizmaları refah devletinin mi yoksa güvenlik devletinin mi peşine düşecek derseniz, benim görüşüm ikincisinin daha popüler olacağı yönünde. Zira dünya üzerinde liberalizmin, refah devletinin temsilcisi, lokomotifi konumundaki devletler ilk havluyu atanlar. 2008 krizinden bu yana güç merkezini kaydıracak şekilde palazlananlar liberal demokrat ülkeler değil. Aksine çözülen, çöken ideallerin başında, Batı liberalizminin zaferinin, tarihin sonunu getirdiğine dair inanç var. Devlet ile bireyin ilişkisinde, güç merkezinin devlet mekanizmasının tarafına doğru ağır basacağını düşünüyorum.
Bu süreçte medeniyet kavramı ve “gerici doğu-ilerici Batı kavramları” yeniden sorgulanmalı mı?
Sadece bu süreçte değil, her zaman sorgulanmalı. Ben uygarlığın bir bütün olduğunu Batı-Doğu, Kuzey-Güney gibi ayrımların suni olduğu inancındayım. Bu yüzden medeniyetler ittifakı falan gibi kavramlara da karşıyım. Bunu kabul ettiğiniz anda o hiyerarşik konumlandırmayı da kabul etmiş olursunuz. İnsanlık tarihinin kısa bir dönemindeki hiyerarşik konumlanmayı, tarihin bütünüymüş gibi algılarsınız. Nasıralı İsa hangi toprağın medeniyetini simgeliyordu diye sormak isterim. Göbeklitepe hangi uygarlığı temsil eder? Ya da antik Mısır medeniyeti? Bunlar saçma sapan ayrıştırmalar.
‘BAŞKANI TRUMP’IN ISRARLA KORONA’YA ÇİN VİRÜSÜ DEMESİ DE BİR POLİTİK PSİKOLOJİ FAALİYETİ’
Çin ilk günlerden bu yana virüsün yapısına dair bilgileri ve buldukları tedavi yöntemlerini dünyayla paylaşıyor. Sağlık alanında önemli gelişmelerin kaynaklarından olan Küba bu sefer de korona virüsünün tedavisinde kullanılan ilaçlar konusunda bütün dünyaya söz verdi. Bu süreç bize bilginin serbest dolaşımı ve entelektüel işbirliği konusunda neler söylüyor?
Dünyanın her yerinden bu konuda çalışmalarla ilgili bilgiler akıyor. Ancak temkinli yaklaşmanın da faydalı olduğuna inanıyorum doğrusu. Zira ülkeler bu meseleyi bir propaganda ve PR faaliyetine de dönüştürmüş durumda. Aşıyı ilk bulan bütün dünyanın kurtarıcısı olacak. ABD Başkanı Trump’ın ısrarla Korona’ya Çin virüsü demesi de bir politik psikoloji faaliyeti. İnsanların kafasına çağın en büyük virüsünün Çin olduğunu sokmak için büyük gayret gösteriyor. En kötü olan ile Çin’i özdeşleştirmeye çalışıyor. Tüm dünyada sağlıkçılar hekimler çözüm bulmak için elbirliği ile çalışır ve bunları sosyal medyadan birbirleriyle küresel ölçekte paylaşırken, siyasetçilerse başka dertlerin peşinde. Trump’ın aşıyı bulduğunu iddia eden şirkete rüşvet verip, ABD’ye getirtmeye çalıştığı dedikodularını da ihmal etmeyelim. Kriz bittikten sonra daha nice bu tür faaliyetler göreceğiz. Bu arada tedavinin aşıdan önce geliştirilmesi ihtimalini daha muhtemel görüyorum. Bazı ilaçların fayda sağladığı ortaya çıkmış gibi. Ölüm oranları düştüğü ölçüde panik de azalacaktır.
Kişisel verilerin korunması ve devletin bireylerin seyahat, sağlık bilgilerini kontrol etmesi de devlet gözetimi ile bireyin özgürlüğü arasındaki tartışmaları yeniden gündeme getiriyor. Yurt dışından gelenler kaldıkları adresi, son günlerde kimlerle temas ettiklerini beyan etmek zorundalar. Yuval Harari bu konuda “Bu acil durum hali sona erdiğinde, bu geniş kapsamlı gözetimlerden elde edilen veriler hâlihazırda depolanmış olacak ve bu da yakın zamanda ekstra totaliter rejimlerin ortaya çıkmalarına sebep olabilir. İnsanlar, yakın zamanda ‘salgın hastalıklardan korunma’ adı altında bütün gizliliklerini yitirebilir.” dedi. Böyle bir risk var mı sizce?
Bu artık bir risk değil, bir olgu. Durum tam da böyle, ancak bu salgından önce de böyleydi. Zaten homosapiens’in geldiği son uygarlık aşamasında tam bir ‘çıplaklar kampının’ ortasında kalacağını biliyorduk. Hepimiz her şeyimizin bir veri olarak sisteme aktarıldığını bilmek durumundayız. Bu veri küresel düzeyde depolansa da, ulusal düzeyde depolansa da aynı ölçüde tehdit edici olabilir. En özgür olduğumuzu düşündüğümüz anda, hücrelerimizin tuğlalarını kendimiz dikiyor olabiliriz. Özellikle sosyal medya ortamında özgür olduğunu sananlara şunu söylemek isterim. “ Tutsaklığınızın farkındalığını yitirmişsiniz’, o kadar. Üstelik tutsak olduğunuzu fark etmediğiniz için, bir kaçış planı da hazırlamıyorsunuz. Geçmiş olsun.
Öte yandan... Türkiye’de devlet hastalık kapan bireylerin kimliklerini, yaşadıkları şehri ve tedavi gördükleri hastaneyi özenle saklıyor. Fakat insanlar özellikle hastalığın hangi şehirlerde görüldüğünü ve hangi hastanelerde karantina uygulandığını bilmek istiyor. Mahremiyet ile kamu yararı arasındaki ince dengenin de yeniden düşünülmesi gereken bir süreçten mi geçiyoruz?
Evet. Ben devletin politikasını doğru buluyorum. Tüm ülkede görülene kadar saklamalarında fayda var aksi halde virüsten kaçmaya çalışanlar en büyük yayıcılar oluyorlar. Diğer devletlerin tecrübelerinden çıkartılan bir ders bu. Bilmesi gerekenler bilsinler, o yeter.
‘BELKİ DE KORONA TABİATIN BİZE İNSAN OLDUĞUMUZU HATIRLAMA ÇAĞRISIDIR’
Korona ile bugüne kadar insanlar arasındaki yüz yüze ilişkilerin yerini aldığı için eleştirdiğimiz dijitalleşmeye bağlanmamıza neden oldu. Evden çıkmayıp sosyal medya üzerinden iletişim kurmayı eleştiriyorduk, şimdi tam tersini tavsiye ediyoruz. Uzaktan çalışma, telekonferans, SKYPE bağlantılı toplantılar, dijital diplomasi... Bu yaşadığımız süreç dijital bağımlılığı artırabilir mi?
Dijital artık bir bağımlılık olarak tarif edilemez; o ‘yeni normal’imizdir. Dijitalin olmadığı hiçbir sektör gerçek anlamda verimli kullanılamaz. Mesele işlerimizi dijital ortamda görmek değil zaten. Her şey online ortama girdiği anda birbirimize nasıl dokunacağız; insan olduğumuzu, toplumsal olduğumuzu nasıl hissedeceğiz meselesi. Gelinen bu noktada ve ilerisi için hayatımızı kompartımanlaştırmak zorundayız. Dijital buluşmanın da elele tutuşmanın da yeri ayrı. Çoğumuz işlerimiz dijitalde kolaylaştıkça ele ele tutuşacak vaktimizin de çoğalacağını ihmal ediyoruz. Belki de insanlığımızı çoktan kaybedip, bunu fark etmez hale gelmişsizdir. Çalışmayı, kazanmayı, kâr elde etmeyi, kariyeri kutsallaştırıp, kaybettiğimiz nice değeri yeniden bulma zamanıdır belki. Belki de Korona tabiatın bize insan olduğumuzu hatırlama çağrısıdır. Temizlenen hava, denizler, ruhlarımız… belki de bu çağrıya kulak verme zamanıdır.
‘VİRÜS ÖZEL OLARAK ÜRETİLMESE DE OLUŞMAKTA OLAN PSİKOLOJİNİN YÖNLENDİRİLMEKTE OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİRİZ’
Koronovirüsün bir biyolojik silah olarak laboratuarda üretilmiş olabileceğine dair komplo teorilerini dillendirenlerin sayısı az değil. Fakat kim tarafından ve ne için soruları havada kalıyor. Komplo teorileri arasında size yatkın gelen var mı?
Komplo teorilerine yakın değilim ama tümüyle reddedenlerden de değilim. Ortada bir komplo varsa teorisi de oluyor doğal olarak. Lakin şunu söyleyebilirim; bu virüs çok muhtemelen özel bir üretim değildir. Laboratuvardan yanlışlıkla sızma ya da söylendiği gibi yarasa kaynaklı olabilir. Devletler arasında biyolojik bir savaş ise mümkün değildir; zira öncelikle kullandığınız biyolojik silahın etkisinin kullandığınız devletin sınırları içinde kalacağını garanti edemezsiniz; dönüp sizi de vurabilir. Ayrıca böyle bir atağın eşit ölçüde misillemesi olacağından, karşılıklı mahvolursunuz. Örneğin ABD Çin’e karşı kullanırsa, aynısıyla mukabelesini mutlaka görür. Bu nedenle biyolojik silah sadece ‘kıyametçi terör grupları’ veya sistemik değişiklik talebinde olan milliyetsiz küresel aktörler tarafından kullanılabilir. Ancak virüs özel olarak üretilmese de oluşmakta olan psikolojinin yönlendirilmekte olduğunu söyleyebiliriz. Küresel kamuoyunda hem bir suçlu yani günah keçisi bulunması, hem de kurtarıcı bir kahramanın ortaya çıkması gerekiyor. Bu propagandacıların işi. Ayrıca paniğin dozunun ve yöneliminin de kontrol edilmesi gerekiyor; bu da siyasi merkezin istihbarat ve iletişim birimlerinin faaliyeti olarak şekillenecektir.
‘TÜM DÜNYADA YABANCI DÜŞMANLIĞI, FAŞİZM VE RADİKAL MİLLİYETÇİLİK YÜKSELEBİLİR’
Son olarak sosyal etkilerini de sormak isterim... Koronavirüs yabancı düşmanlığını, kutuplaşmayı ve ötekileştirmeyi besliyor mu yoksa aksine hepimiz aynı gemideyiz duygusunu güçlendiriyor mu?
Krizin farklı aşamalarında farklı psikolojiler gündeme gelecektir. Hatırlarsanız virüsün kaynağı olarak Çinliler görüldüğü için, dünya sathında bütün çekik gözlülere neredeyse bir savaş ilan edildi. Bunun kalıcı travmatik etkileri de olacağını düşünüyorum. İkinci aşama olan krizin akut safhasında, yani ana konsantrasyonun sağlık olduğu aşamada, gördüğümüz gibi yurt dışında yaşayanlar, çalışanlar, okuyanlar anayurtlarına dönmek için büyük bir gayret içine girdiler. Zira sağlık hizmeti ve ekonomik kapasite kısıtlı olunca, esas kaynaklar ülkelerin kendi vatandaşlarını korumaya yönleniyor doğal olarak. Başka ülkelerde çaresiz ve kimsesiz kalıyorsunuz. Anayurdun ‘yuva’ olduğunu herkes fark ediyor. Pandeminin bitimi sonrası yüzleşeceğimiz son safhadaki ekonomik felaketin faturası ise muhtemelen dışarıdan gelenlere kesilecektir. Tüm dünyada yabancı düşmanlığının, faşizmin ve radikal milliyetçiliğin yükseleceğini sanıyorum. Bu Türkiye’de de sert hissedilecek bir rüzgar diye düşünüyorum.
Türkiye özelinde aksine bir birliktelik hissi yaratacağını düşünmek fazla iyimser mi olur?
Biz kutuplaşmayı seven bir milletiz. Bazen Hilmi Yavuz’un ‘insan kendini özler mi hiç? Özler..’ dizelerindeki gibi ‘biz olmayı özlüyoruz’; sonra birbirimizden hızla bıkıp yeniden ayrışıyoruz. Bilemiyorum, belki de bu ‘biz’ dediğimizin ta kendisi. Zıt kutuplarda olduğumuz için, birbirimizi çekmeyi hiç bırakmıyoruz. Hatta bazen öyle güçlü çekiyoruz ki, kucaklaşıveriyoruz. Ama sonra hemen eski yerimize doğru geri itiyoruz. Galiba bu bizim kaderimiz; ben de Nietzsche gibi ‘amor fati’ diyorum. Yani ‘kaderini sev’.