Seçimden iki üç gün önce memleketin bir ucundan bir ucuna; Muğla’nın Datça kasabasından Van’a, çok uzun bir yolculuk yaptım. Geze geze geldik; ilk konağımız Muğla’dan Adana’ya oldu, ertesi gün Bingöl’e vardık, bir gün sonra da oradan Van’a ulaştık.
Yol medeniyetse eğer, medeni bir memlekette yaşıyoruz artık. Avrupa’nın çok az ülkesinde bu kadar muhteşem yollarda yolculuk yaptım şimdiye kadar. Hayatında buluş namına pek bir şeye imza atmamış bir millet olarak biz, sürdüğümüz arabalara da ilk binek aracımız olan eşek muamelesi yapmaktan az buçuk vazgeçmiş olmalıyız ki yol boyunca hiçbir trafik kazasıyla karşılaşmadık.
*
Konya’yı ilk defa gördüm. Yolun düştüğü için gördüğün şehir, gerçek şehir değildir biliyorum yine de şehrin içinde geçen yolun kenarına dikilmiş çiçek açmış ağaçlar, muntazam kaldırımlar, ışıklandırma her şey bir şehirden geçmekte olduğum hissini yaşattı bana.
Mevlana’ya çok kısa uğradım. Eski şehrin içinden geçerken aklım hep Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazdıklarındaydı. Büyük romancıya göre bu şehir “bozkırın çocuğu”dur. Bozkır gibi şehir de kendini gizleyen esrarlı bir güzelliğe sahiptir. Zira bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Benzer bir hissiyatı Denizli’de yaşamıştım. Tepenin başına varıp şehre yukarıdan baktığında şehir değil de yukarıda asılı “bir deniz” görünür gözüne; tıpkı Solhan dağlarını aşıp Muş ovasına girdiğinde gözüne görünen şairin “yalancı mavilik” olarak tanımladığı Muş ovası gibi… Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin, sizi bu serap vehmi karşılar. Kendini arzın tam merkezinde, ıpıssız bir yerde, “çok arızalı bir arazinin tam ortasında” hissedersin; bir ışık oyunu peşini hiç bırakmaz. Arzın merkezine çok uzun, çok düz bir yol gider; kendinizi aniden bir şehirde bulursunuz. Tanpınar’a göre Konya insanı ya sıtma gibi yakalar, kendi alemine taşır ya da sonuna kadar ona yabancı kalırsınız. İkisi de olmadı bende. Ne sıtmaya yakalandım ne de ona yabancı hissettim kendimi çünkü çok az kaldım şehirde. Menzil Adana’ydı şimdilik.
*
Konya üzerinden Adana’ya gecenin bir vakti girerken; bir zamanlar “Niğde üzerinden Adana Cezaevine” külüstür bir otobüs içinde nakledilen, “Alman kelepçelerinin bileklerini morarttığı” şair Can Yücel’in, “Bi sen eksiktin ayışığı/Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!” dizeleri vardı aklımda. Adana deyince damağımda hep bir Yılmaz Güney filmi ile bir Yaşar Kemal romanı tadı belirir. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin “Umut” hep hafızamın perdesinde oynar durur. “Demirciler Çarşısında” hep bir cinayet işlenirken, aynı zamanda kebap kokuları yükselir arşa. Çukurova’da İnce Memed’i arar gözlerim devedikenleri ayaklarını kanata kanata koşarken. Bir de uzun boylu, kavruk, dişleri bembeyaz bir delikanlı sırtında film bobini bir sinemadan bir sinemaya koşuyor durmadan. Abidin Dino dolaşıyor sokaklarında, bir kütüphanede genç Yaşar Kemal Stendall okuyor, Orhan Kemal çocukluğunu “Bereketli Topraklar”da bırakıp tutmuş İstanbul’un yolunu.
Kebap her yerde kebaptır ama gerçek tadına bu şehirde kavuşur. Şalgam her yerde şalgamdır ama bu şehirde şalgam hüviyetine bürünür. Ferdi Tayfur şarkıları, Müslüm Gürses kederidir şehir her aklıma geldiğinde… Arabesk sanki bu şehrin toprağından mayalanmış.
Yıllar önce, bir filmde rol vermek için görüşmeye çağırdığımız Hakkı Bulut anlatmıştı bu şehirde başında geçen bir hadiseyi bana. Dersim’den buraya taşınmış ailesi, bu şehirde okumuş, burada büyümüş, burada arabesk müziğinin en önemli seslerinden birisi olmuş. “Ben Köylüyüm” plağının kapıları kırdığı yıllardır… Televizyon yaygın değil, herkes onu sesinden tanıyor. Bir gün Kadirli’ye giden bir otobüse biner, otobüsün teybinde kendi kaseti çalınıyor, sesi bütün otobüsü sarmış, yolcular sesine katılıyor, o ise oturduğu koltukta gururla bakıyor etrafına, bu şarkıları söyleyen benim demek istiyor yolculara ama onu tanıyan yok, şüphelenen varsa da bu kadar meşhur bir sanatçı otobüse binmez diye düşünüyor olmalı. Daha fazla dayanamaz, oturduğu yerden kalkar, yüksek sesle, “Ben Hakkı Bulut’um” der gururla. Ortalıkta bir anda, o Adana sıcağında buz gibi bir hava eser, şoför teybi kapatır, otobüsü kenara çeker, “in aşağı” der. Yolcular dövmeye yeltenir onu. “Aman etmeyin eylemeyin, valla ben Hakkı Bulut’um” der, hep bir ağızdan dalga geçerler, “Deliye bak, kendini Hakkı Bulut sanıyor” der ve otobüsten aşağı atarlar. “Yol kenarında yapayalnız kaldım öylece şaşkın şaşkın” diye bitirmişti hikayesini anlatırken.
Son yıllarda yediğim en lezzetli kebabı yemek üzere lokantaya girdiğimde, caddede şenlik vardı. Davul zurnalar çalınıyor, fellahlar oynuyor, şehremini namzetleri “bu yüksek apartmanları ben yarattım” der gibi caddeden resmi geçit yapıyor, barış içinde, güle oynaya seçime gidiyordu şehir.
*
Sabah Adana’dan çıktık yola. Şimdi menzil Siverek’tir. Çocuklarımın annesi Siverekli, modern Kürt edebiyatının kurucu babası Mehmed Uzun’un, kudretli dizelerin yazarı Ahmed Arif’in, gözüne görmediğimiz dünyaları sığdırıp bize de gösteren Yılmaz Güney’in memleketi. Buraya her gelişimde ruhları eşlik eder bana. Mehmed Uzun hatıralarında anlatır; çocukluğunda dedesi fırına ekmek almaya gönderirken sabahları, sokak ortasında vurulmuş, üstüne gazete serilmiş cesetlerle karşılaşırmış caddelerde. Burada insanlar bir hiç uğruna vurmuşlar birbirlerini. “Sert romantiklerin” diyarı, ölüm yazgı olmuş yapışmış alınlarına sanki… Yiğidin harman olduğu yer derler Siverekliler memleketlerine. Anlatırlar; kamyon çarpmış bir Siverekliye, adam yerden kalkmış, üstünü başını düzeltmiş, kamyonun şoförüne yaklaşıp, “keko, bir zarar ziyanın varsa ödüyağ”demiş. Başka biri Siverek çarşısında arabasıyla giderken, yolun ortasında yürüyen ve bir türlü kenara çekilmeyen yaşlı bir amcaya korna çalmış, amca dönmüş şoföre, “ne qorna çalıp durisen, farzet ki ben ağacam” demiş.
Urfa’nın kazasıdır ama kendini hep Diyarbekir’e bağlar. Hem zihniyet hem de mizaç olarak Urfa’ya uzak, Diyarbekir’e yakındır. Urfalılarla aralarındaki “husumet” uzun havalara bile sirayet etmiş ki, İbrahim Tatlıses’in seslendirdiği “Vara vara vardım Sivereğin xanına/Xancı dedi bu garibandır/Yatağını serin eyvana/Ordan bir zalim çıxtı/Dedi bu Urfalıdır atın bunu zindana” diye devam eden uzun hava en meşhurlarındandır. Sivereklilerin hiçbir şeyi benzemez Urfalılara, hatta her Siverekli için Siverek bir kaza değil, şehirdir, 1926 yılında şehir hakkı alınmış elinden. Yetmişli yıllarda İsmail Beşikçi bir seminer veriyor bir dernekte. “Doğu ve Güneydoğu illerinde, Van’da, Erzurum’da, Muşta, Bitlis’te, Mardin’de, Diyarbekir’de kapitalist üretim ilişkileri egemendir,” der, dinleyicilerin arasından bir el kalkar, “Xocam, Siverek’i unuttun!” der. Hoca, ilçelerden değil illerden bahsettiğini söyler, aynı kişi “Olsun, Siverek’i unutma!” der.
Ahmed Arif ilk mektebi burada okumuş. Şiirinde anlattığı “Küçük dayısı Nazif Fransız kurşununa” burada karşı koymuş.
Refik Durbaş’a anlatmıştı sağlığında şair. 1934 yılında burada ilk mektep talebesidir. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının dağı taşı sardığı yıllardır. Kürtçenin, Arapçanın yasaklandığı, kullanılan her kelimeye karşılık, telgraf tarifesi nispetinde ceza kesildiği yıllar. Ceza yetmiyor, kamusal alanda Kürtçe, Arapça konuşanlar, karakollara da çekiliyor. Ahmed Arif, bu hadiseye dair bir tanıklığını şöyle anlatır “Kalbim Dinamit Kuyusu” kitabında;
“Siverek’te Kanlıkuyu diye bir yer var. Çok eski bir yapı. Büyük kısmı yakılmış, ama bir tarafı sağlam duruyor. Orada bir karakol var. Yanında da bir yazlık, zaten orada kış ya üç ay sürer ya dört ay, çok sert olur ama fazla sürmez kış. Yazlığın önünde büyük bir dut ağacı var, boyu göklere tırmanmış. Çanlar takmışlar dallarına. Serçeler dut yemeye geliyor... Yanında kalabalık bir kahve, çok büyük, nargile fokurdatanlar, çay içenler, tavla oynayanlar, kahveyle karakolun arası elli metre kadar. Karakolun önünde bir adamı yatırmışlar. Sakız gibi bembeyaz bir donu, bir entarisi, gene ipekten bir poşusu ve ageli var başında. Adam yalın ayak, polisler falakaya yatırmışlar. Tüfeği takmışlar adamın ayağına, veriyorlar falakayı. Adam ‘ya Muhammed’ diyor, başka bir şey demiyor, adamın Arap olduğunu anladım. Çünkü Kürt olsa başka türlü bağırırdı, Zaza olsa başka türlü. Ama adam belli ki Arap ya mahkemeye gelmiş ya hükümetle bir işi var ya da pazara gelmiş yağ mı yoğurt mu ne, bir şeyler getirmiş satmaya, orasını pek bilemiyorum. Dediğim gibi dört beş polis yatırmışlar adamı dövüyorlar. Biz çocuklar aşağı yukarı yetmiş seksen metre daha yukarıdayız, olayı görüyoruz, hepimizin ip sapanı var, ip sapan kullanmak ustalık ister, biz küçüktük, ama ip sapanı çok iyi kullanıyorduk. O anda hemen kararlaştırdık. Liderimiz Mustafa Tatar diye biri, benden bir iki yaş büyük, gövde bakımından daha iri, babası, babamın arkadaşı. Ailece çok yakınımız. 'Dağıtalım bunları' dedik. İki üç metre ara ile mevzi aldık. Mustafa 'dikkat edin adamı vurmayalım' dedi. Ben de 'kafalarına vurmayalım' diye uyardım.Fakat polisler hareket halinde, üç ya da dört taş attık, polislerin ikisi yıkıldı kaldı, ötekiler kaçtı. Biz de hemen tüydük. Mustafaların bağına gittik, kuzeyde, Siverek bağları. Sonra, akşamüstü geldik, bizim evde anlatıyorlar: 'Aslan kimin babayiğit, bıyıklarından adam asılır, aslan kimin dört tane çıhmış, vermişler polise dayağı, vermişler dayağı, o fıkara Erebi kurtarmışlar. Evde anlatılan bu, babama anlattıkları da bu, ben hiç oralı olmadım. Fakat ertesi gün babam kahveye gitmiş, arkadaşları konuşuyorlarmış: 'Yok yahu!' demişler, 'öyle babayiğit filan değil, çocuk onlar, en kabadayısı on yaşında yoktu, hepsi korkunç nişancıydı.' İşin tuhafı kimse kınamamış bu olayı. O fukara adam, Türkçe konuşamıyor, zavallı bir Arap.”
*
Diyarbekir ovasını bitirip başı karlı dağların eteklerinde yol vadilere girince aklımda hep Ahmed Arif vardı. Dağlarına bahar gelmişti memleketimin. Karın kalktığı yerleri yemyeşil otlar renklendirmişti. “Yol, bir yere gitmez,” demişti başka bir şair, giden bizdik!
Diyarbekir-Bingöl yolu bütün bir 90’lı yıllar boyunca hep haberlere konu oldu. Öyle netameli bir yol ki… Ne çok can yitmiş bu yolda, ne çok gencin eli, bir sevgilinin avucunda terlemeden hayatın dalını bırakmış bu yolda. Lice’ye giden yol da buradan geçer, ne çok kan aktı bu yollarda yakın geçmişte... Dağlara tırmanan tek şeritli bir yoldan aniden dört şeritli geniş bir yola girdik, yol bizi Genç’e götürdü.
“Genç” zenginlik demek. İster yer adı olsun ister insanın ömrünün bir demi, fark etmez… Veysel bekliyor beni burada. Buranın en köklü ailelerinden birinden gelme, çocukluğu burada geçmiş.
Beni şaşırtan ilk şey, burasının şimdiye kadar gördüğüm hiçbir kasabaya benzememesi… Burası kasaba falan değil, basbayağı şehir… Şehir kokuyor her sokağı. Aslında Bingöl diye bir şehir yok, adı bile uydurma. Oralarda öyle binlerce göl falan yok. “Bingol” diye bir mevki var ki, “göl altı” demek Kürtçede. Şeyh Sait, Genç’te binince isyan atına bir çare düşünmüşler buraya. Cumhuriyetin ilanından sonra 1924’te Sancaklar vilayet olunca Genç de il olmuş. Ancak Şeyh Sait hadisesinden sonra 1926 yılında Genç ili lağvedilmiş, Elazığ’a ilçe yapılmış. Başka bir adı “Genç Hadisesi” olan Şeyh Sait kalkışmasının işaret fişeği burada yakılmış çünkü. Zazaca adı Dêrahenî’dir. Yerli halkın tamamı Zaza’dır… Çıktık çarşıya, mimari başka yerde gördüğüm eciş bücüş mimariye benzemiyor, nispeten doğru düzgün binalar, çoğu eski. Burada elli sene önce insanların yaşadığına dair çok emare var. Bir tren istasyonu var, parkları muntazam, ağaçların çoğu evlerden yüksek… Veysel’in evi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun çocukluğunun geçtiği evle bitişik, bir röportajında Kılıçdaroğlu, “Hâlâ oraya gidince heyecanlanıyorum” demişti. Çocukluğunu gören kim heyecanlanmaz ki?
Yüksek bir tepenin üzerinde, bura beylerinin mezarları başında, vakti zamanında buralarda muazzam bir şehir kurmuş olan o adamların, o kadınların ruhlarına bir Fatiha gönderirken, tam karşımızdaki verimli topraklarda kıvrıla kıvrıla akan Murat Suyunun sesine “Uy Havar” diye bağıran Ahmed Arif’in çığlığı karıştı:
“(…)
Üsküdardan bu yan lo kimin yurdu!
He canım...
Çiçekdağı kıtlık, kıran,
Gül açmaz, çağla dökmez.
Vurur alnım şakına
Vurur çakmaktaşı kayalarıyla
Küfrünü, Medetsiz, Munzur.
Şahmurat Suyu kan akar
Ve ben şairim.”
*
Datça’dan çıktım yola, yol beni getirdi Van’a. Giden yol mu yolcu mu sorusunun cevabı Yılmaz Erdoğan’ın “Bu Yol Nereye Gider” şiirindeki şu dizelerde:
“Yol bir yere gitmez
O bir durma biçimidir
(…)
Ve ömür bitebilir yoldan önce
Ama yol bir yere gitmez
O bir durma biçimidir”
(….)
İyi yolculuklar denmez bir gidene
Yapılamaz çünkü
Çok yolculuk bir seferde
Yolcu denmez her gidene
Herkes o yolun taraftarı olmayabilir
‘Hiçbir sürgün
gittiği yolu sevmez’ mesela”