Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Dengbêj meclisi ile roman sahnesinde "San'an Şeyhi"
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        DENGBÊJ MECLİSİNDE

        Dışarıda kar yağıyordu, Hacı Abdurrahman içerde hikâye anlatıyordu. Gökten kar taneleri nasıl usulcacık yere iniyorsa, Hacı’nın ağzından kelimeler öyle dışarı çıkıyordu; uçarcasına, tane tane…

        Dinleyicileri hiç değişmiyordu. Uzun kış geceleri, onun hikâyeleriyle kısalıyordu bu köyde. Evinin kör penceresinde el yazması cönkleri üstü üste yığılıydı. Hemen hemen her gece, köy camisinde cemaatin önüne geçip akşam namazını kıldırdıktan, eve gelip akşam yemeğini yedikten sonra köylüler teker teker evine doluşur, o gece paylarına düşecek hikâyeyi dinlemek için duvar dibine serilmiş minderlere kurulurlardı. Hacı’nın önünde üç tas olurdu her gece. Birinde kuru üzüm, birinde ceviz, birinde su olurdu. Arada bir yemişlerden birisini ağzına atar, bir yudum suyla boğazını temizler, kör pencereden aldığı el yazması cönklerden bir hikâye seçer, cönkü yanına bırakır, artık hikâyeyi ezberlediğinden cönke bakmadan anlatmaya başlardı hikâyeyi.

        Dışarıda kar yağıyordu ve o gece sıra “Şêxê Sen’an” (San’an Şeyhi) hikâyesindeydi. Elinin altında, muşamba kaplı cönkün ilk sayfasında İslam alfabesiyle Kürtçe el yazısıyla yazılmış “Feqiyê Teyran, Şêxê Sen’an” yazısı göze çarpıyordu.

        Hacı Abdurrahman, herkesin ona kulak kesildiğini hissettiği anda anlatmaya başladı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Hikâye zamanı sadece hikâye zamanıydı. O sırada iki kişi fısıldaşsa, birisi bir ses çıkarsa Hacı hemen, “Dilopan nekin” (Damlamayın) der, o fısıltı da o ses de anında kesilirdi.

        Hacı Abdurrahman anlatmaya başladı:

        “San’an Şeyhi, her dem Allah’a zikir eden, gözü malda mülkte olmayan, sadece ibadeti düşünen beş yüz sofi müridin mürşidiydi. Şeyh, öte dünyadan başka bir şey düşünmez, gece gündüz ölümü aklından çıkarmaz, her daim ahiretle meşguldü. Yalan dünyanın lezzetlerinden uzak, güzelliklerinden mahrum küçük bir hayat seçmişti. Allah’ın eli öpülesi, duası alınası, yufka yürekli, iyilik timsali, güzel bir evliyasıydı. Sakatlar gelir dergâhına şifa bekler, körler gelir ışık bekler, deliler gelir akıl beklerdi.”

        Hacı Abdurrahman hikâyenin burasında durdu, şimdi sıra şiirdeydi. Şeyhin kişiliğini şair Feqiyê Teyran şöyle dörtlüklere dökmüştü:

        “Dûr bû ji ev dinya fanî

        Pir digrî kêm dikenî

        Kul bû ji ber secdê, enî

        Dikir karê roja axretê”

        (Fani dünyadan uzaktı

        Çok ağlar, az gülerdi

        Yara içindeydi secdeden alnı

        Derdi tasası ahiretti)

        Wî her zewade kar dikir

        Zikrekî bê hejmar dikir

        Ji dinê xwe bêpar dikir

        Dûr bû ji herçî subhetê

        (Her ahvalde çalışırdı

        Durup durp zikir ederdi

        Dünya nimetlerinden mahrum

        Her şüpheden uzaktı)

        Hacı Abdurrahman, şiiri bırakıp tekrar düz anlatıma geçti.

        “Şeyh 77 yaşına geldiğinde, bir gece tuhaf bir rüya görür, o sırada müritleri hacca gitmeye karar verir. Şeyh, kervanın rehberi olarak 500 sofi müridin önüne düşer. Müritler hacca gittiklerini sanıyor, o rüyasının peşindeydi. Kafile, Tiflis yakınlarında, dinlenmek için bir bağda mola verir. Bağ, Ermeni kralının bağıdır. Tesadüf bu, o sırada kralın güzel kızı bağda gezintiye çıkmış. Şeyh etrafa bakarken kızı görür. Bu kız daha önce rüyasında gördüğü kızdır. Kızın yüzünde güneşin parlaklığı var. Siyah saçlarını, bu parlak yüze peçe yapmış. Peçenin altından yüzünü gösterince, Şeyh’in sanki kemikleri erir, iliklerine köz düşer, gönlü aşk ateşinin yalazlarına kapılır, yanmaya başlar. O an kararını verir. Hiçbir yere gitmeyecek! Burada kalacak ve şimdiye kadar hayatında gördüğü en güzel şey olan bu yaratığa hizmetkârlık yapacak. Bu karar üzerine müritleri deliye döner, diller döker, şeyhi kararından vazgeçirmeye çalışırlar ama nafile. Döktükleri dil hiçbir işe yaramaz, bütün kelimeler kifayetsiz kalır, sonunda pes ederler, mecbur kalınca da şeyhi orada bırakıp ülkelerine geri dönerler.”

        Hacı Abdurrahman, tekrar şiire geçti, sonrası şöyle:

        “Şêx li xwe naket sitaran

        Aşkera wî gote yaran

        Ax ji destê dohta kufaran

        Birim dînê şirkete”

        (Şeyh hiçbir şeyi gizlemeden

        Dostlarına dedi ki açıkça

        ‘Ah o kâfir kızın marifetiyle

        Kabul ettirdiler şirk dinini)

        Bê mezheb û bê dîn kirim

        Bê xwendin û yasîn kirim

        Ji yar û biran şermîn kirim

        Wirdek xiyala min netê

        (Dinsiz mezhepsiz eyledi beni

        Yasin’den ayetten kopardı beni

        Eşe dosta arsız eylediler beni

        Bir tek virt gelmez aklıma)

        (…)

        Hacı Abdurrahman, tekrar hikâye olarak anlatmaya devam etti şeyhin serencamını:

        “Hac yolunda, tövbe etmek için evinden ayrılmış olan Şeyh, gavur kızı ona yüz versin diye her şeyden vazgeçer. Şeyh kıza aşkını ilan edince, kız ona şu şartı koşar; ‘dininden vazgeçer de Hıristiyan dinine geçersen, sana yüz verebilirim’ der. Şeyh kabul eder. Peşinden başka şartlar gelir. Şeyh kızın öne sürdüğü bütün şartları kabul eder. Hac yoluna çıkmış, onca müridin yol göstericisi olan 77 yaşındaki şeyh başlar şarap içmeye, ardından da domuz sürüsüne çoban olmaya gelir sıra.”

        Şeyh’in ağzından Hacı şu dörtlükleri okumaya devam eder:

        Hem nû kirim, hem bed kirim

        Ku ewê ez Îsawî kirim

        Ji vê terîqê der kirim

        Kafir kirim bê murwetê

        (Hem yeniledi hem beter eyledi

        Hıristiyanlığı kabul ettirdi

        Doğru yoldan saptırdı

        Kâfir eyledi beni)

        Kafir kirim meyxur kirim

        Dîwane û epter kirim

        Balekê ji pêxember kirim

        Ev reng bela li ser min tê

        (Kâfir etti ayyaş eyledi

        Deli divane eyledi

        Beni peygamberimden etti

        Her türlü bela cabası)

        Gece uzadıkça hikâye uzadı. Hacı’yı dinleyenler sadece soluk alıyordu o kadar. Sadece, Şeyh’in “dinden çıktığı” anı anlatırken, hep bir ağızdan “ax mala minê” (vah ocağı batasıca) dediler, ardından hep bir ağızdan “tövbe” çektiler. O sırada Hacı, hikâyeye ara verip onlara katıldı. Dışarıda durmadan kar yağıyordu, evlerine giden yollar kapanmadan Hacı misafirlerini göndermeliydi. Nasılsa ertesi gece tekrar toplanacaklardı. Hacı, 364 beyitten oluşan aynı hikâyeyi daha çok anlatacak, aynı dileyiciler aynı sessizlikle onu dinleyecek, tepki vermeleri gereken yerlerde tepki gösterecek, onun dışında hikâyenin yarattığı atmosferin büyülü boşluğunda, daha önce defalarca dinledikleri hikâyeyi ilk defa dinliyorlarmış gibi pür dikkat dinleyip hikâye bitince de evlerine dağılacaklardı.

        Hacı Abdurrahman, misafirlerinin yüreğine su serpmeden, onları rahatlatmadan bırakmayacaktı. Hikâyenin finalini şöyle bağladı:

        “Müritler daha fazla bu günaha izin vermemeye karar verirler. Hep beraber şeyhlerini almak üzere tekrar yola çıkarlar. Artık şeyhi sevmiş olan gavur kızı onu tek başına göndermeye razı olmaz, o da onunla birlikte yola çıkar. Dönüş yolunda ikisi de hak dinine dönerler, o sırada Azrail ikisinin de canını alır.”

        Hikâye bitip misafirler evi terk ederken, “Şükür elhamdulillah” sesleri kapının önünden Hacı’nın kulaklarına geliyordu.

        Hacı Abdurrahman, o gece de misafirlerini evlerine memnun göndermenin verdiği rahatlıkla girdi yatağına, deliksiz uyudu.

        *

        ROMAN SAHNESİNDE

        Muhtemelen Karadeniz sahilinde İstanbul’a yakın bir yerde vakti zamanında inşa edilmiş Vedia Sultan Bimarhanesi daha sonra hastane olmuş, o da yürümeyince birkaç daireye dönüşerek satılığa çıkartılmış, daireleri satın alanlar da orayı sayfiye evi olarak kullanıyorlar. Romanın kahramanı Orhan, marazi aşkı Firdevs’ten kaçıp buraya, bir arkadaşının evine sığınmış. Komşularının tümü de kendisi gibi “ağır yaralı” insanlardır. Defne de Belma da Ahmet Hilmi Bey de…

        Orhan bir gün balık alır, artık arkadaş olduğu komşularını kaldığı eve balık yemeye davet eder.

        Dört kişinin oturduğu sofrada tatlı bir muhabbet başlar. İçlerinde tek yabancı Orhan’dır, zira diğerleri birbirini daha önceden tanıyorlar. Bu yüzden Orhan’a daha çok soru sorarlar, İstanbul’da nerede oturduğunu, işini falan. Sonra Orhan aynı soruları onlara sorar. Herkes hikâyesini anlatır. Hikâye hikâyeye açılır, söz döner dolaşır, kabuk bağlamış yaraların üstü açılır, aşk hikayeleri gelip kurulur onlarla birlikte sofraya, derken Ahmet Hilmi Bey, “Aşktan nasibi olan insan yedi kat toprağın altından bile olsa çıkıp maşukuna kavuşur. Aşkın üzerini örtmeye ne toprağın gücü yeter ne taşın,” der.

        Bunun üzerine herkes kendi hikâyesinin kuyusuna düşer, sonra aşk bahsi tekrar açılır, tekrar Ahmet Hilmi Bey, “Aşktan bu kadar çok bahsedince aklıma bir hikâye geldi, sıkılmazsanız size onu anlatayım,” der. Herkes, anlatmasını ister, o da anlatacağı hikâyeyi ilk defa Baki Sami Efendi’den duyduğunu, Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdai’nin avlusundayken ona “Şeyh San’an” hikayesini anlattığını, o zamanlar henüz Feridüddin Attar’ı tanımadığını, “Mantıku’t-Tayr”ı okumadığını, ama hikâyeyi dinleyince çarpıldığını, o günden sonra Attar’ın kitabının müptelası olduğunu söyleyerek başlar söze.

        Masada bulunanlar çatal bıçağı bırakır, pür dikkat Ahmet Hilmi Bey’in hikâyesine kulak kesilirler.

        Ahmet Hilmi Bey anlatmaya başlar:

        “Şeyh San’a zamanın gönül sultanlarından biriymiş Ruhundaki aşkla, kalbindeki merhametle ve zekasının keskinliğiyle tanınırmış. Dergahındaki dervişleri ona derin bir sadakat ve saf bir aşkla bağlıymış. Ömrünün elli yılını hakikate ve manaya ulaşmak için harcamış. Son zamanlarında biteviye bir rüya görmeye başlamış. Rüyasında, hareminden göçmüş, Rum ülkesinde yurt tutmuş, durmadan bir puta secde ediyormuş. ‘Eyvahlar olsun, şimdi Yusuf kuyuya düştü’ demiş.”

        Hikâyenin burasında Orhan’ın aklına, kaçtığı aşkı Firdevs düşer. Hikâyeyi sanki üzerine alır, Ahmet Hilmi Bey anlatmaya devam eder:

        “Dervişlerine, ‘Rum ülkesine hemencecik gitmem gerek, gideyim ki, şu düşün tabiri nedir, meydana çıksın’ demiş. Dört yüz derviş ona uymuş, yola revan olmuşlar. Kâbe’den Rum ülkesinin bir ucuna kadar varmışlar ve bir düşün peşinde sokak sokak dolanmışlar. Sonunda görkemli bir binanın önüne gelmişler. Pencerelerden birinde bir Rum kızı oturuyormuş. Yüzünde güneş parlaklığı varmış. Siyah saçlarını bu parlak yüze peçe yapmış. Peçe altından yüzünü gösterince, Şeyh kemiklerine, iliklerine kadar ateşlerde yanmış, gönlü sevda ateşiyle dumanlar içinde kalmış. Şeyh akşama kadar gözlerini hayranlıkla pencereye dikip, öylece kalakalmış. O gece sevgisi birken bin olmuş. Kendinden geçmiş. Hem kendinden hem alemden geçmiş. Sevgiden kıvranıyor, ağlayıp inliyormuş. ‘Yarabbi, bu gecenin gündüzü yok mu? Yoksa feleğin ışığı olan güneşin ziyası mı kalmadı? Aşk sevdasıyla yanmaktayım, sevginin hücumuna karşı durmaya takatim yok’ diyerek dövünmüş durmuş.”

        Ahmet Hilmi Bey aniden durur, çayından birkaç yudum alır, Orhan bir anda düşündüğü hikâyesinden düşer, Defne’nin bakışlarına tutunur. Orhan’ın aklından penceredeki Rum kızı, sevgilisi Firdevs, aşkın narında yanan Şeyh…

        Ahmet Hilmi Bey kaldığı yerden sürdürür:

        “Kız, şeyhin kendisine aşık olduğunu anlayınca, ‘A kocamış kişi, utan, sen kendine gayri kâfur ve kefen tedarikine bak!’ demiş. Gel gör ki, kız şeyhe söz geçiremeyeceğini anlamış ve ona ‘Madem bu işin erisin, şu dört şeyden birini yap: Ya puta secde et ya Kur’an’ı yak ya şarap iç yahut da imandan vazgeç’ diye şart koşmuş. Şeyh, ‘Şarap içmeyi kabul ettim, öbürleriyle işim yok benim. Güzelliğini seyrede seyrede şarap içerim’ demiş. Şeyh şarap içmeyi kabul etmiş ama genç kız bununla yetinmemiş. ‘Sevgilinin rengine boyanmak sadece boyadan ibaret olmaz, madem aşıksın, sevdiğinle bir olmak için Müslümanlıktan el etek çekmelisin’ demiş.”

        Orhan, kendisini sevmeyen bir kadının peşine düşmüş olmasıyla kendini Şeyhle özdeşleştirmişken hikâye devam ediyordu:

        “Şeyh sevgilisinin elinden şarap kadehini alıp içmiş, içtiği anda, hafızasındaki Kur’an silinmiş, geriye kuru kelimelerden başka bir şey kalmamış. Şeyh sarhoş olmuş. Buna rağmen kimseden utanıp sakınmamış. Bir zaman sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş. Onu kiliseye götürüp papazların beline sardıkları zünnarı kuşanmışlar. Tespihini koparıp atmış ve kıza dönüp, ‘Senin için daha ne yapayım?’ diye ıstırapla inlemiş. Kız ‘Ey tutsak ihtiyar, ey henüz pişmemiş aşık’, demiş ‘benim mehrim ağırdır, sense yoksulsun. Benim mehrim tam bir yıl durup dinlenmeden domuzlarımı gütmektir. Bakalım tespih tutan elin domuz gütmeye varacak mı, görelim aşkın mı büyük utancın mı? Yıl bitti mi sana varırım’ demiş. Şeyh itiraz etmemiş ve ‘Yalnız cennete gitmektense seninle cehenneme gitmek daha hoş’ demiş. Kâbe piri, uluların şeyhi tam bir yıl domuz çobanlığı yapmış. Dostları, dervişleri onu terk edip Kâbe’ye dönmüşler. Aşk dediğin şey ateştir ya putun olur ya da hakikate yol olur.”

        Herkes nefesini tutmuş Şeyh’in sonunu merak ediyor. Kimse cesaret edip sonunu soramaz. Hikâyeyi anlatan Ahmet Hilmi Bey onları daha fazla merakta bırakmaz, kısa bir sessizlikten sonra devam eder anlatmaya:

        “Bir tek kişi dışında herkes Şeyh’i terk etmişti. Şeyh’e kalpten bağlı bir derviş onun düştüğü kuyuya kendisini bıraktı ve yalnızlığına ortak oldu. Bağlılığı ve yarenliği sayesinde Şeyh kendi benliğini yeniden buldu. Şeyhin hakikat aşkına duyduğu inanç kalbini güçlendirdi. Ve bu sayede tövbe etti. Gözündeki perdeler bir bir ortadan kalktı ve aşkın sırrına tam manasıyla erdi.”

        Belma, gözleri dolmuş halde sofradan ilk kalkan olur. Hemen arkasından hikâyeyi anlatan Ahmet Hilmi Bey, tabağında kalmış olan bir parça helvayı ağzına atarak kalkar.

        Orhan ile Defne yalnız kalırlar. Belma’nın ağlayarak gitmesi üzerine konuşurlar. Şeyh’in hikâyesinde kendini bulmuştu Defne, Orhan’a der ki:

        “Aslında bir hikâyeyi dinlerken, zihnimiz anlatılan karakterlerden birini seçiyor, biz de hikâyenin içine giriyoruz. Empatimiz güçlenince farkına varmadan gerçeğimize dönüşüyor.”

        Aslında Belma Şeyh’e değil kendisine ağlamıştı. Çünkü kendi acılarını, açmazlarını, yaralarını şeyhte görmüş, ona yakınlık hissetmişti. İkisinin hikâyesi iç içe geçmişti.

        Belma’nın Şeyhinkine benzer hüzünlü bir aşk hikayesi vardı. Şeyhin hikayesi, Orhan’ı da bir karar arifesine getirir. Şeyh, âşık olduğu kadına kavuşmak için tespihini koparmıştı, Orhan da Firdevs’e duyduğu zehirli bağlılıktan bir an evvel kurtulmalıydı. (Tarık Tufan, Aşıklara Yer Yok, Doğan Kitap, s.191-209)

        *

        Dengbêj Hacı Abdurrahman’ın dinleyicilerinin, Ahmet Hilmi Bey’in dinleyicilerine benzer dertleri yoktu. Onlar için uzun kış gecelerini kısaltan “Şeyh-i San’an” hikayesi “imandan çıkmanın” yarattığı korkunç manevi yıkımın hikâyesiyken; Ahmet Hilmi Bey’in dinleyicileri için aynı hikâye modern insanın açmazlarıyla, yaralarıyla baş etmeye uğraşırken kendi gerçekleriyle yüzleşmelerinin aracı olan bir hikâyeydi...

        *

        BİR MALUMAT

        “Şeyh-i San’an” hikâyesi; Fars, Türk ve Kürt edebiyatından Hafız Şirazi, Feriduddin Attar, Yunus Emre, Feqiyê Teyran, Bağdatlı Ruhi, Sami, Süleyman Fehim, Kavsi, Namık Kemal gibi şair, edip ve yazarlar tarafından çeşitli zamanlarda, farklı farklı formlarda yazılmış, kah yazılı halde, kah dilden dile dolaşıp günümüze kadar gelmiştir. Şeyhin kimliği hakkında kesin bir bilgi mevcut değildir. İnsanın kendine yolculuğunu Hüdhüd kuşunun zaafları ve üzüntüleri üzerine anlatan ve 409 beyitten oluşan Attar’ın “Şeyh-i San’an” hikayesine karşılık, Klasik Kürt edebiyatının en büyük şairlerinden birisi olan Feqiyê Teyran’ın Divan’ında yer alan aynı hikâye 364 beyittir.