Geçen yıl bugün ve bu saatler gözümüzden akan yaş yanaklarımızda harita çiziyor, kimi zaman şıp şıp önümüze düşerken, kimi zaman şoktan ve hayretten açık kalmış ağzımızın içine sızıyordu.
Resmi rakamlarla göre 50 bin’i aşan ölü sayısı ile Türkiye’yi derin bir yasa boğan deprem büyük bir turnusol kağıdı oldu. Deprem, devletin afete müdahale, arama kurtarma kapasitesinden afeti haberleştirecek medyaya; ihtiyaç listesi hakkında hala doğru fikir yürütemeyen yardımsever vatandaşa ve hatta yardım toplayan şahıs ya da kuruluşlara varana kadar ne denli hazırlıksız olduğumuzu ortaya koyan bir tecrübe oldu.
Doğru çok büyük bir felaketti. Yurt dışından gelen uzmanlar, arama kurtarma ekipleri bile ‘Biz böyle bir şey görmedik’ diye demeçler verdiler.
Ancak A planı ile yetinildiği, B ve C planlarının yapılmadığı da ortaya çıktı. Arama kurtarma işlemi tasarlanırken, depremin akabinde enkaz altında kalanlara müdahale etmekle görevli olanların aynı zamanda depremzede olacağı çok da düşünülmemişti mesela. Deprem nedeniyle haliyle havalimanı pistinin çatlayabileceği bir süre kullanılamaz hale gelebileceği, aynı anda yoğun kar yağışının yaşanabileceği gibi ihtimaller hesaba katılmamıştı. Her şey bir yana askerin olay yerine intikalinin kemiyet ve keyfiyetinin yetersiz kalışı geçen yıl bu zamanlar üzerinde en çok durduğumuz konulardan biriydi.
Çok büyük bir acıydı. Bu şehirlerde hayat hala normale dönemedi.
FİZİKSEL TAHRİBAT, PSKOLOJİK HASAR…
Hala konteyneri olmayan var. Hala çadırda kalan var. Geçen gün Youtube’da, olası bir işgalden kaçınmak için tarlasından bahçesinden uzağa gidemeyen ve bu arada tarlasını ekip biçerek yıkılmış kentin üretimine katkıda bulunduğu halde sırf idari birimlerin gösterdiği konteyner kentte kalamadığı için depremzedelere verilen hiçbir hizmetten yararlanamayan, kendisine ait bir akıllı telefon olmadığı için arkadaşının telefonundan demeç vermeye çalışan bir çiftçiyi izledim mesela.
Gündelik hayatı bir tren olarak düşünün, Hatay’da, Maraş’da veya yakınlarında hala bu trenin yol alabileceği raylar döşenmiş değil.
Yakınlarının cesedini bulamamış olanlar var sonra. Yıkılan binalardan ağır hafriyattan kaynaklı asbest soluyarak sağlığı kötü etkilenenler var. Depremden sonra şiddetli yağmur ve fırtınada çadırında ya da sığındığı yerde defalarca su içinde kalmış olanlar var. Aile boyu hatta sülale boyu ölmüş olanlar ve arkasından dua okuyacak kimsesi kalmamış olanlar var.
En son depremden bir gün önce gülümsemiş olanlar var.
O kadar korkunç bir tecrübeydi ki, Türkiye depreme onbinlerce insanını vermiş Kahramanmaraş, Hatay, Adıyaman Malatya ve Diyarbakır’ı dört ay konuştu, kalan sekiz ayda ise böyle bir şey olmamış gibi yapmayı seçti.
O illeri o köyleri uzun bir süre bir daha düşünmek istemedi Türkiye. İtiraf edelim. Acıyla kayıpla ve ölümle empatiden yoruldu, trajedinin büyüklüğünü kavramaya yürek yetiremedi.
Nefesimizi tuttuk olmadı, bıraktık olmadı.
Her şey öyle raydan çıkmıştı ki toplamaya aklımız yetmedi.
En muhalifi bile deprem ve bıraktığı hasar üzerine konuşmayı, akıl fikir üretmeyi, sebat etmeyi el uzatmayı bir noktadan sonra devlete havale etti. Sonra neden oralarda yaşayan halk da aynı şeyi yapmış diye söylendi. Bütün yüzler ve analizlerin yönü seçimlere dönmüşken, unutuluşun ilk emareleri belirmişken, depremzede nasıl olur da gider iktidar partisine oy verir, diye kızanlar oldu. Bilerek ya de bilmeyerek ‘depremzede ile dertlenmeyi bitirme’ düdüğünü çalmış oldular. Herkesin canına minnetti. Zira “Ne olacak CHP’nin hali?” sorusunun güvenli ikliminde havanda su dövme sırası gelmişti, havanın çeperi dayak arsızı olana kadar oradan yürünecekti.
Öylece geçti bir yıl.
Özellikle İstanbul’un, kendi yaklaşan depremini bekleyen İstanbul’un, biraz da sorunlarını ötelemek ve inkar etmek için başını o tarafa dönüp bakmaktan kaçındığını, göz göze gelmek bile istemediğini fark ettiğim bir yıl oldu bu yıl.
İstanbullunun hem aklı çıkıyor, hem bunu düşünmezse depremin de onu düşünmeyeceği gibi bir inanışla hareket ediyor. Buna oturduğu apartman sakinlerini binayı kentsel dönüşüme sokmak gerektiğine bir türlü ikna edemeyen binlerce İstanbullu şahit oldu.
Allah sizi inandırsın lafa ‘Hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak” ya da “Dua en büyük korunmadır” ile müslüman başlayıp Tibet Budizmi olarak bitiren çok kişi gördük. “Evimizin yıkılacağını düşünürsek yıkılır, pozitif düşünelim, yıkılmasın” diyenleri mesela. Gözümüzün önünde Budist rahiplerin ‘Tulpa yapmak’* anlayışına, daha doğrusu “negatif tulpa yapmaktan kaçınmak” inanışına kadar yelken açıldı. Etrafımızda “Düşünmezsek ve konuşmazsak deprem olmayabilir, sürekli buraya odaklanmayalım” diyenler arttı.
Hataylı, Antakyalı, Maraşlı, Adıyamanlı öldü, enkazın altında kaldı, İstanbullu ise gerçeklikle bağını kaybediyor. Ülke olarak aslında hala post travmatik stres ve düşünce bozukluğu yaşıyoruz.
Hala bu yakın tehdit sadece ve sadece bina sağlığı/dayanıklılığından ibaretmiş gibi davranılmasına ne demeliyiz mesela?
İstanbul depreminin mümkün olan en makul şiddette gerçekleşmiş olması halinde bile, aslında bir Marmara depremi olarak gerçekleşeceği sık sık unutuluyor. Neredeyse tamamı Marmara bölgesinde ve İstanbul etrafında olan sanayii ve endüstri tesislerimizin fabrikalarımızın da bu depremden İstanbul kadar etkileneceği, kenti besleyemeyecekleri gerçeği tam olarak idrak edilmiş değil.
Binaların sağlığı kadar yıkımdan sonra şehir sakinlerinin nasıl tahliye edileceği, nereye tahliye edileceği ya da şehre nasıl yardım gireceği ile ilgili hayati düzenlemelerin önemli olduğu unutuluyor.
En önemlisi: 6 Şubat’ta yıkılan binalar arasında yanlış yapıldığı anlaşılmış olanlarla ilgili denetim sorumluluğunu ihmal eden kamu görevlilerinin nasıl sorumlu tatulduğuna ya da tutulacağına dair dişe dokunur bilgi yok.
KAMU GÖREVLİLERİNİN SORUMLULUĞU NE OLACAK?
6 Şubat’ta yıkılan binalarla ilgili özel sektör soruşturuluyor. Müteahhitler, yapı denetçileri ve teknik personel hakkında davalar açıldı.
Ancak güvenli bina standartlarının çok altında olan pek çok inşaat projesini onaylayan veya deprem riskinin yüksek olduğu bir bölgede yapısal sorunları olduğu bilinen binalarda yaşayan insanları koruyacak önlemleri almayan kamu görevlileri ile ilgili bir hareket yok.Varsa da bilmiyoruz.
HRW (İnsan Hakları İzleme Örgütü) 2 Şubat 2024’te yayınladığı raporda , 6 Şubat depremlerinde yıkılan binalarla ilgili iddianamelerin incelendiğini, ayrıca avukatlarla görüştüklerini ancak HRW’nin incelediği dosyalarda kamu görevlilerine yönelik bir soruşturma açıldığından ya hiç bahsedilmediğini ya da bu kişilerle ilgili soruşturma dosyalarının ayrıldığının ifade edildiğini fakat savcılığın herhangi bir kamu görevlisi hakkında soruşturma izni almak için bir başvuruda bulunup bulunmadığının belli olmadığını söylüyor. Raporun ifade ettiği realite hukuk devleti bağlamında hayati önem arz ediyor. Çünkü hiçbir inşaat çalışması belediye ve vilayet makamlarının izni olmadan yapılamaz. Yetkililer hakkında soruşturulma açılmadan da sorumlulardan hesap sorulmuş olunmaz. Hesap sorulmaz ve verilmez ise aynı hatalar görmezden gelmeler devam eder.
HATAY’A HİZMET GİTMEDİ Mİ?
Cumhurbaşkanı’nın Hatay’daki konuşması çok tartışıldı. “Merkezi yönetim ile yerel yönetim el ele vermezse dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hataya geldi mi? Hatay garip kaldı, mahzun kaldı” cümlesi. Direkt depremle 6 Şubat'taki can pazarıyla ilintilendirildi bu söz.
Deprem geçirmiş bir şehirde konunun halk nazarında yanlış ama çoktan kabullenilmiş olan ‘merkez-yerel dayanışması önemli abi yaa’ boyutundan çıkarılacağı belliydi maalesef.
Ancak bu cümlenin deprem sürecinde ve devamında Hatay’a hizmet verilmediğinin ‘itirafı’ olarak görülmesi doğru mu?
Hayır değil. Çünkü ortada bariz bir cımbızlama var.
Cümlenin girişinde şunu söylüyor çünkü: "Hatay kamu yatırımlarını noksansız alsa da, maalesef yerel yönetimdeki vizyon eksikliği nedeniyle potansiyelini açığa çıkarmakta zorlanan bir şehrimiz."
Bize oy vermezseniz biz de size hizmet getirmeyiz demiyor, merkezden alınan yardım yerelin vizyonsuzluğu yüzünden hizmete dönüşmüyor, diyor.
İki ifade arasında ne kadar dev bir fark olduğu ortada ama biraz da realite ile karşılaştıralım.
AK Parti’nin en az oy aldığı yerlerden biri olan Defne’ye depremden sonraki birkaç ay içinde teşekküllü bir hastane yapıldı. Hakeza bu konuşmanın yapıldığı yer Hatay’daki başka bir hastanenin açılışı. Evet henüz tamamlanmış yapımı bitmiş olan konutlar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın vaadettiği ev sayısına ulaşamadı ama daha iki gün önce 7 bin 275 yeni konut sahibine teslim edildi. Ağır aksak da olsa, işler her alanda olduğu gibi genel kapasite darlığı ile doğru orantılı da gitse konutların yapımı devam ediyor. Adıyaman küllerinden doğdu, şahtı şahbaz oldu da Hatay çok ama çok geride kaldı gibi bir durum var mı? Adil ve objektif gözlemcilerden böyle bir farkı niceliği ve niteliği ile kanıtlayabilen oldu mu? Olduysa bu sözümü memnuniyetle geri alırım. Bilakis, 6 Şubat'ın ardından en çok Hatay’a Antakya’ya gidilmesi için uğraşıldığı bölgedeki tüm yardım kuruluşlarının aktardığı bir olguydu ve takip eden günlerde de hemen hepsi en gariban kalan yerin Adıyaman, sonraki sırada ise Malatya olduğunun altını çizmişti.
Sözün özü: Bugün 6 Şubat depreminin ‘ilk’ yıl dönümü. Kimsenin inanç, tevekkül, sabır, takdiri ilahi diyerek ya da tulpa ile kolpa yaparak bu korkunç felaketteki eksiklerimizi yetersizliklerimizi gölgede bırakmasına izin vermeyelim.
Ancak yapılanı da yok saymayalım, inkar etmeyelim. Zira yapılanı abartmak ne kadar anlamsız ise yapılanı inkar etmek de o kadar faydasız.
Dipnot * Tulpa, ya da ‘tulpa yapmak’ Tibetli Budist rahiplerin düşünce gücü, odaklanma, konsantrasyon ve günlerce süren yoğun meditasyonla maddi varlık ya da olay/olgu tezahür ettirebildikleri inanışı. Bunun negatif görüngüsü de vardır, binlerce kişi aynı anda sürekli olumsuz bir şeyi mesela depremi düşünürse negatif tulpa yaratılır, yani deprem olması kaçınılmaz hale gelir şeklindeki anlayış.