Küçük ya da az anlamında kullanılan ve Latince "minör" kelimesinden türeyen azınlık kavramı, köken itibarıyla sayısal bir anlam içerse de hukuki ve sosyolojik bakımdan farklı anlamlara sahiptir. Bazı tanımlarda hakim ya da başat grubun yönetimi altında olanlar kastedilirken bazen de farklı toplumsal grupların hukuki statülerine işaret edilmektedir. Sosyolojik bakımdan ise kavramın içerdiği anlam oldukça geniş tutulmuştur. Dolayısıyla azınlıklar ile ilgili doğrudan bir tanımlama yapmak yerine, kavramı ortaya çıkışı ve gelişimi bağlamında inceleyerek anlamlandırmak daha yerinde olacaktır.
Kavramın ilk kullanımının dini çerçevede olduğu görülmektedir. Zira Batı'da 16. yüzyılda Kilise'nin hakimiyetine karşı çıkanlar, Katolikliğe karşı Protestanlığı seçerek Katolik-Protestan ayrışmasını başlatmıştır. Bu ayrışmayla ortaya çıkan hakimiyet mücadelesinde sonuç alamayan taraflar, 1648'de tarihte 30 Yıl Savaşları olarak bilinen ve Avrupa'da derin etkiler bırakan çatışmaları sonlandıran Vestfalya Barışı ile kendi bünyelerinde dini bakımdan azınlık durumda bulunan toplulukların haklarını karşılıklı olarak tanımışlardır.
Müslüman toplumlarda da azınlık kavramına dini bir anlam yüklendiği söylenebilir. Öyle ki İslam hukukuna göre kişilerin farklı ırk, dil, renk ve kültüre sahip olmasının hiçbir önemi yoktur. Bu nedenle İslam hukukunda azınlıklardan kasıt gayrimüslim gruplar olmuştur. Nitekim Medine'de gücü ve sayısal üstünlüğü ele geçiren Müslümanlar, 622 yılında yapılan Medine Sözleşmesi ile sayıca az olan Yahudilerin statülerini azınlık olarak belirlerken onlara sosyal ve dini haklar da tanımışlardır. Müslüman çoğunluğun yönetimi altında bulunan gayrimüslimlerin azınlıklar olarak kabul edilmesi, sonraki dönemlerde de devam ettirilmiştir.
Azınlıkların dini gruplar üzerinden tanımlanması geleneği, 19. yüzyıla kadar sürmüştür. Ancak 1789 Fransız İhtilali ile birlikte yayılan milliyetçilik akımı, din olgusunu Avrupa'da yaşayan toplulukları birbirinden ayıran yegane unsur olmaktan çıkarmıştır. Nitekim 1815 Viyana Kongresi'nde azınlıklar, ulusal gruplar olarak tanımlanmış; devletlerin yeni sınırları içinde kalan azınlıklar, uluslararası toplumun önemli bir meselesi haline gelmiştir. I. Dünya Savaşı sonrası yapılan antlaşmalarda ise azınlık haklarının genel çerçevesi belirlenmiştir. Yapılan antlaşmalarla etnik, dinsel ya da dilsel azınlıklara bağlı olan kişiler, söz konusu devletteki diğer vatandaşlar ile aynı muameleye tabi tutulacak, azınlık hakları güvence altına alınacaktır. Böylece konu, uluslararası yükümlülükler çerçevesinde hukuki bir boyut kazanmıştır.
Kavramın bugünkü anlamını kazanmasında, devletlerce benimsenen vatandaşlık anlayışlarının da etkisi büyük olmuştur. Zira ulus devletlerin eğilimi, farklılıkları en aza indirgeyerek ya da görmezden gelerek hakim topluluğun dışında kalanları yok saymak yönünde olmuştur. Bu bağlamda yaygın ve geçerli olan üç tip vatandaşlık modelinden söz edilebilir: Bunlardan ilki, sözleşmeye dayalı vatandaşlık anlayışı; ikincisi, kolektif ruha dayalı vatandaşlık anlayışı; üçüncüsü ise çok kültürlülüğü esas alan vatandaşlık anlayışıdır. Anlayışlardan ilkine göre ulus, kökeni ne olursa olsun aynı ilkeler etrafında kendi iradesiyle bir araya gelmiş yurttaşlar topluluğu olarak tanımlanmıştır. Daha ziyade Fransız Devrimi'ne dayandırılan anlayışta, bireyler bir ulusun parçası olmaya kendi iradeleri ve özgür seçimleriyle karar vermektedir. Bir sözleşme çerçevesinde, kan bağı ve ırk gibi doğuştan gelen özellikler değil de toprak ve iradi katılım gibi özellikler esas alınmıştır. Buna karşılık kolektif bir ruhun ifadesi şeklinde biçimlenen anlayışta tarih, gelenek ve köken ön plandadır. Alman Romantiklerine dayandırılan bu anlayışa göre ulusa, dışarıdan katılma olmaz. Alman olmak kişinin iradesiyle değil; totolojik olarak tanımlanmıştır. Yani Alman, zaten Alman olandır. Çok kültürlü anlayışta ise ulus; anayasa, kanunlar ve vatandaşlık temelinde siyasal bir topluluk olarak tanımlanmaktadır. Bu anlayışa göre ulusa yeni dahil olanlar, kültürel ve etnik farklılıklarıyla birlikte bir cemaat oluşturabilecek şekilde vatandaşlığa kabul edilir. Sadakat düşüncesi etrafında ulus devlete aidiyeti sağlamaya çalışan üç modelin de hedefi, homojen bir ulus inşa etmektir. Ancak küreselleşme ve göç hareketleri, bu tür vatandaşlık modellerini zora sokmuştur. Öyle ki ulusal sınırları aşan sosyal ve kültürel kimlikler, çoğul ve farklılaşmış aidiyet biçimlerini doğurmuştur. Bu ise ulusaşırı farklı ve yeni bir vatandaşlık anlayışını dayatmaktadır. Dolayısıyla da ulus ve azınlık kavramının içeriği sürekli değişime uğramaktadır.
Kısaca literatürde hukuki ve sosyolojik olmak üzere iki tür tanımın yapıldığı görülmektedir. Hukuki tanımlar daha ziyade uluslararası kuruluşların azınlıklarla ilgili gerçekleştirdiği düzenlemeler ve yaklaşımlar çerçevesinde yapılmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında etnik, dinsel ya da dilsel açıdan farklı özelliklere sahip olan bireyler azınlık olarak kabul edilirken; 2. Dünya Savaşı sonrasında evrensel nitelikli bireysel insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına odaklanılmıştır. Meselenin azınlık hakları bağlamında tekrar gündeme gelmesi ise 1966 yılında kabul edilen Uluslararası Kişisel ve Politik Haklar Sözleşmesi ile gerçekleşmiştir. Azınlık kavramıyla ilgili olarak uluslararası hukukta genel kabul gören bir tanım olduğu söylenemez. Bununla birlikte BM Raportörü Francesco Capotorti ve BM Alt Komisyon Üyesi Jules Deschênes tarafından yapılan tanımlar, referans tanımlar olarak kabul edilmektedir. Söz konusu tanımlarda azınlık olmanın temel bazı ölçütleri belirlenmiştir. Buna göre azınlık olmada ilk ölçüt, farklılıktır. Yani azınlığın, nüfusun geri kalanından etnik, dinsel, kültürel ya da dilsel bakımlardan farklılaşması gerekir. İkinci ölçüt ise sayısaldır. Bu ölçüte göre sahip olunan farklılıkları korumaya yetecek kadar çok sayıda fakat nüfusun geri kalanından daha az sayıda olmak gerekir. Üçüncü ölçütte azınlık olmak başat olmama koşuluna bağlanmıştır. Başka bir ifadeyle azınlık gruplar, nüfusun geri kalan kısmı üzerinde egemen durumda değillerdir. Dördüncü ölçütte, yaşanan ülkenin vatandaşı olma koşulu aranırken son ölçütte dayanışma duygusu üzerinden azınlık bilincine sahip olunması gerektiği vurgulanmıştır.
Sosyolojik bakımdan ise daha geniş bir anlam yüklenen azınlık kavramı, toplumda ikincil konumda olan grupları nitelemek için kullanılmıştır. Bu bağlamda Robert S. Schermerthorn tarafından yapılan tanım, kavramın içeriği konusunda genel bir perspektif sunmaktadır. Söz konusu tanıma göre azınlık, bir kültür içinde fiziksel özellikleri, dilleri, örf ve adetleri veya kültürel yapıları açısından farklılaşarak hakim gruptan ayrılan alt gruplardır. Asli olarak farklı ve hakim gruba ait olmayan bu tür gruplar, kültürel yaşama katılma konusunda bilinçli ya da bilinçsiz olarak dışlanmışlardır. Alt grupları oluşturanların sayısı hakim toplulukla kıyaslandığı zaman düşük kalır. Ancak bazı durumlarda sayısal olarak çoğunluğu oluşturan gruplar, sosyolojik olarak azınlıktan sayılabilmektedir. Örneğin, iç şehirlerde yaşayan etnik gruplar, nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor olsa da ülke geneline göre "azınlık" olarak görülebilir. Benzer şekilde kadınlar, sayısal olarak çoğunluğu oluşturmalarına rağmen dünyanın birçok ülkesinde azınlık konumundadır. Güney Afrika'nın ırk ayrımcılığına dayanan Apartheid rejiminde siyahi Afrikalılar çoğunluk olmalarına rağmen ekonomik, politik ve sosyal anlamda azınlık statüsündeydiler. Azınlık kavramına böyle bir anlam yüklenmesi, söz konusu grupların sahip olduğu dezavantajlı durumlarla ilgilidir. Yani dezavantajlı olmakla azınlık olmak arasında doğrudan bir ilişki kurulmuştur.
Kimi tanımlarda ise azınlık gruplarının sahip olduğu fiziksel ve kültürel farklılıklardan çok, özellikleri dolayısıyla karşı karşıya kaldıkları eşitsiz muameleye vurgu yapılmıştır. Söz gelimi Louis Wirth azınlıklar için "fiziksel veya kültürel karakteristikleri nedeniyle toplumdaki başka kişilerden farklı ve eşit olmayan muamele altında yaşamakla ayırt edilmiş ve bu nedenle de kendilerini kolektif ayrımcılığın nesnesi olarak gören bir insan grubu" demektedir. Bu tanıma göre asıl önemli olan farklılıkların kendisi değil; hakim toplumsal grubun, farklılıkları nasıl değerlendirdiğidir. Bu bakımdan azınlık gruplarının oluşmasında üyelerin, ön yargı ve ayrımcılığa maruz kalmalarının etkisi büyük olmuştur. Zira böyle bir durumda dayanışma ve aidiyet duygusuyla hareket eden bireyler, farklı olduklarını düşündükleri için kendilerini, fiziksel ve toplumsal olarak toplumun geri kalanından yalıtmaktadır. Böylece azınlıklar belli çevre, şehir veya bölgelerde yoğunlaşarak kültürel ayırt ediciliği canlı tutarlar.
Kavramın sınırlarının genişlemesinde göç sürecinin de etkili olduğu görülmektedir. Öyle ki bulundukları ülkelerde uzun süre yaşayan göçmenler zamanla etnik azınlıklara dönüşür. Bu durum, biraz da egemen grupların göçmenleri köken veya kültür temelinde dışlamasıyla ilgilidir. Zira göçmenler, ekonomik refah, kamu düzeni ve ulusal kimliğe karşı tehdit olarak algılandıkları için ötekileştirilmişlerdir. Bu bağlamda İngiltere'deki Hintli, Pakistanlı ve Asyalılar; ABD'deki siyahi, Çinli ve diğer gruplar ile Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler dikkat çekicidir.
Sosyolojik bakımdan azınlık kavramının içeriği her geçen gün değişip genişlemektedir. Modern toplumsal yaşamda siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların çoğunlukla elde edilmesiyle birlikte kavramın içeriği de değişip dönüşüme uğramıştır. Günümüzde etnik, dini ve kültürel topluluklar kadar engelliler, yabancı işçiler, kadınlar, eşcinseller, uyuşturucu bağımlıları ve evsizler gibi farklı özellikleri olan gruplar da azınlık sayılmaya başlamıştır. Dahası her türlü farklılığın, sosyolojik açıdan azınlık kavramı içerisinde değerlendirilme potansiyeline sahip olduğu ifade edilebilir.
YAZAR
Nail Yılmaz