Genel olarak ideolojiler, herhangi bir toplumdaki mevcut iktidar ilişkilerini muhafaza etmeyi, dönüştürmeyi ya da tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayan siyasal eylemlere yön veren fikir, değer, inanç kümeleri olarak tanımlanır. Bu bileşenleriyle ideolojilerin öznellik barındırdığı ve kişisel çıkarlara hizmet etmeye, siyasal eylemleri gerekçelendirip meşrulaştırmaya uygun araçlar olduğu düşünüldüğünden, herhangi bir görüşün kolayca itibarsızlaştırılmasında kullanılan yaftalara dönüştüğü görülür.
Sosyal bilimler terminolojisini oluşturan birçok kavram gibi ideoloji de oldukça tartışmalı bir kavramdır. Dolayısıyla üzerinde uzlaşılmış genel bir tanımını ortaya koymak oldukça zordur. Çünkü her bir tanım teşebbüsü, alternatifleri tarafından ideolojik olduğu gerekçesiyle reddedilir. İdeolojilerin, sosyal dünyayı ve hatta tüm evreni anlama, açıklama, yorumlama veya kavrayışta çarpıtma riski taşıdığı sıkça dile getirilebilir. İdeolojinin etimolojik macerası, kavramın kapsamıyla ilgili kendi başına birçok ipucu sunmaktadır. Modern zamanlara ait bir olgu olarak ortaya çıkan ideoloji kavramı, Fransız Devrimi ortamında Aydınlanma düşüncesinin rasyonalist ilerlemeci vurgusunun baskın olduğu Fransa'da Destutt de Tracy (ö. 1836) tarafından uydurulmuştur. De Tracy, Aydınlanma zihniyetinin bir savunucusu olarak bilim marifetiyle dünyayı anlama ve denetlemenin ürünü olacak ilerleme adına, akıl ve bilimi yüceltecek tarzda iki Yunanca kelimeyi idea ve logosu birleştirerek "ideoloji"yi, kelimesi kelimesine "fikirler bilimi" anlamına gelen bu kavramı türetmiştir. De Tracy'nin beklentisine göre "ideologue"lar, Devrim sonrası dönemde, "Eski Rejimi" beslediği düşünülen köhneleşmiş tüm felsefi ve dinsel önermeleri eleştiriye tabi tutacak ve böylece toplumu, devleti, bilimsel ilkeler ışığında yeniden inşa etmenin önündeki engelleri ortadan kaldırabilecektir. Napoleon Bonaparte (ö. 1821) döneminde ise ideoloji, siyasal gerçekliklerden kopuk olduğu gerekçesiyle şiddetle eleştirilmiştir.
Bir dünya görüşü ya da paradigma anlamındaki ideoloji, belki insanlık tarihi kadar eski olsa da 19. yüzyılda yeni bir siyasal formda ortaya çıkan bütün ana akım siyasal ideolojik geleneklerin (sosyalizm, liberalizm, muhafazakarlık) hiçbirinin kendisini, ideoloji olarak nitelememesi; hatta ideolojik rakiplerini, ideolojik oldukları gerekçesiyle küçümsemesi, bilimcilik ideolojisinin bir üst ideoloji olarak benimsendiğini göstermesi bakımından ilginçtir. Böylesi olumsuz bir ideoloji algısının pekişmesinde, ideolojinin akademik tarihinde bir dönüm noktası olan Karl Marx'ın (ö. 1883) katkısı büyüktür. Marx'a göre ideoloji, yaşamın gerçek olan maddi koşullarını kavramayı, sınıf bilinci geliştirmeyi engelleyen, sınıflı toplumdaki çelişkileri örten, gizemleştiren ve bulanıklaştıran "yanlış bilinçtir". Onun "bilimsel sosyalizm"i ideolojinin tam karşıtıdır. Ancak bu ideoloji anlayışı Marksist geleneğin tümünde, olduğu gibi kabul görmemiştir. Marksist gelenek içinde önemli bir figür olan Antonio Gramsci (ö. 1937) ideolojiyi, "tarihsel blokun" hegemonyası iddiası dairesinde sosyal yaşamın hemen her sektöründe (sanat, din, edebiyat, hukuk gibi) tezahür eden bir dünya kavrayışı olarak ele almış; ayrıca popüler kültürün şekillenmesinde rol alan seküler inançların önemini vurgulamıştır. Yine aynı gelenek içindeki Louis Althusser (ö. 1990) ideolojiyi, gerçek dünyanın hayali bir temsili olarak görmekle beraber, kurulu nizam üzerinde denetimi teminat altına alan "devletin ideolojik aygıtlarına" özel vurgu yapmıştır.
Marx ve geleneğinin ideolojiye yönelik şüpheci tespitleriyle beraber ideoloji, 20. yüzyıl akademik çevrelerinin en önemli tartışma konularından biri olmuştur. Bu tartışmalarda ideolojiye yönelik ilginin daha yansız bir araştırma konusu olarak arttığı söylenebilir. Karl Mannheim'ın (ö. 1947) İdeoloji ve Ütopya adlı eseri bu anlamda ideolojinin tarihinde yeni bir dönüm noktasıdır. Çünkü Mannheim ideolojiyi, bilgi sosyolojisinin bir bileşeni olarak herhangi bir grubun tecrübe ettiği, toplumsallaşma süreçlerini paylaştıkları koşullarca belirlenen düşünce sistemleri, dünya görüşü (Weltanschaung), paradigma olarak ele almış ve kaçınılmaz görmüştür. Mannheim'a göre tarihsel ve toplumsal arka planı dikkate alındığında, entelektüel bir silah olarak tehlike barındıran epistemolojik bir zorunluluğun ürünü olan ideoloji değil, ütopyadır.
20. yüzyılın başlarında radikal dönüşümleri barındıran ve totaliter karakterleri ön plana çıkan Stalinizm, Faşizm, Nazizm gibi ideolojilerin yönlendirdiği siyasal eylemlerin baskı ve şiddet derecesini aşırılaştırması, ideoloji kavramının tekrar sorgulanmasını gündeme getirmiş ve devrim iddiasındaki tüm siyasal akım ve eylemler ideolojik olarak yaftalanmaya başlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası aşırı uçların, ideolojinin ortaya çıktığı erken dönem sanayileşmiş toplumlarda değil de gelişmekte olan toplumlarda yaygınlaşması, Avrupa ve ABD akademik çevrelerinde "ideolojilerin sonu" tartışmasını gündeme getirmiştir. İdeolojilerin dogmatik seküler siyasal dinler-inanç sistemleri olduğu, her bir ideoloji hakikat tekeli iddiasında olduğundan totaliter karakter taşıdığı, hatta ideolojilerin rasyonalist bir kibrin ürünü olan ütopyalardan başka bir şey olmadığı gibi eleştiriler, bu dönemde sıkça dile getirilmeye başlamıştır. Bu süreçte, sosyalizmin sosyal demokratik uyarlaması, liberalizm ve muhafazakarlık, kendilerinin diğer ideolojilere göre daha açık, esnek, gerçekçi ve "daha bilimsel" olduğu iddiasını dile getirmiştir. Sonuç olarak "üçüncü yol", "neo-izmler" tam da bu eleştirilerin ürünüdür.
1970'lerin sosyal bilim çevrelerinde ideolojiyi bir silah, maske veya gizemleştirme aracı gibi görmek yerine; özellikle antropolojik veriler dairesinde, siyasal sistemlerin, dolayısıyla siyasal ve sosyal çözümlemelerin ayrılmaz parçası olarak görme eğilimi ortaya çıkmıştır. Çünkü siyasal sistemlerin temelini oluşturan tüm iktidar ilişkileri fikir, inanç, değer, kanaat ve bunları ifade eden sembollerle iç içedir. Yani siyasal ve toplumsal işleyiş kaçınılmaz olarak ideolojiktir. Buna paralel olarak da akademik dünya, değer yansız betimleyici bir tarzda siyasal sistemlerin sembolik temellerini oluşturan ideolojileri anlama ve açıklama çabasını sürdürmektedir. Bu çabanın ardında, ideolojilerin sosyo-politik yaşamın anlaşılmasını mümkün kılacak sembollerin haritasını barındırdığı ve bu özelliği ile kaçınılmaz olduğu varsayımı yatar. Yine 1970'lerde popüler olmaya başlayan post-yapısalcı ve eleştirel teori kapsamındaki bir diğer yaklaşım da ideolojileri, modern Kartezyen özne anlayışı (Foucault, radikal feminizm) varsayımı nedeniyle eleştirir.
YAZAR
Ahmet Kemal Bayram