Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Modernite Ve Modernizm Nedir?

        "Modern", belirli tarihsel ve toplumsal koşulların bir ürünü olarak ortaya çıkan ve bu çerçevede geleneksel toplumdan ayrışmak suretiyle, yeni bir "ekonomik ve toplumsal organizasyonun" yapılaşması olarak tanımlanmaktadır. Modernite, Batı Avrupa'da yaşanan epistemolojik ve ontolojik çatışmanın sonucu olarak, temellerini Yunan felsefesinde bulan Aydınlanma düşüncesinin bir ürünüdür. Akılcı ve aydınlanmacı niteliğiyle dikkat çeken modernite, toplumsal yapılar ve sistemler üzerinde kendini giderek belirleyici bir şekilde ortaya koymaktadır. Modernizm, içinde bulunduğu çağı ve toplumları bir bütün olarak görme eğilimi sergilerken, aynı zamanda her sosyal duruma uygun olduğu düşünülen çözüm önerileri sunduğu varsayılmaktadır. Bu durum, modernizmin toplumları istenilen biçime sokma şeklinde ortaya çıkan, bir tür hegemonya olarak anlamlandırılmasına yol açmaktadır. 

        Moderniteye temel teşkil eden ve Max Weber'in "rasyonalite" kavramı ile karşılık bulduğu durum, tüm toplumsal kurumlara ve ilişkilere nüfuz etmek suretiyle kendini kabul ettirmektedir.

        Bu noktada, Batı'da rasyonalite ile birlikte doğa ve toplum algısı Avrupa geleneğinden kopuşu gündeme getirirken, bu geleneğin belirleyiciliği yerini farklı süreçlerin belirleyiciliğine bırakmıştır. Böylece, genel itibarıyla maddeci, evrimci tarih ve toplum anlayışına bilimin din karşısında belirleyici bir özellik olarak katılmasıyla, yeni bir düşünce ve toplum yapılaşması gündeme gelmektedir.

        Geleneksel toplumların modernite düzeyine ulaşmalarını sağlayan yapı, "bir analitik paradigma" olan modernleşmeden kaynaklanmaktadır. Bu noktada, 19. yüzyılda sosyolojinin modern bir bilim dalı olarak ortaya çıkmasının göstergelerinden biri olarak, Emile Durkheim'in Fransız toplumu özelinde kurmayı arzu ettiği bir düzen ve konsensüs arayışı örnek gösterilebilir. Böylece, asosyal davranışın kollektif konsensüs üzerindeki olumsuz etkisi, ortaya kutsal veya dünyevi bir otoritenin getirilmesini zorunlu kılmıştır. Bu noktada modernite kendinde bir yapı olarak sınırlar oluşturmayı, tanımlar yapmayı ve büyük anlatıları (master narratives) içermektedir.

        Sosyolojinin kurucu babaları tarafından toplumların tarihsel yapılanmalarına dair açıklamalarda, Avrupa toplum yapısının Orta Çağ'daki belirleyici unsuru olarak feodaliteden kopuş önemli bir sürece işaret etmektedir. Toprağa bağımlı, soylu-köylü ya da toprak sahipliği ile toprağı işlemede iş gücünü oluşturan kitlenin ilişkileriyle tesis edilen toplumsal ilişkiler ağı öne çıkmaktadır. Söz konusu bu süreçten tedrici olarak uzaklaşma, aynı zamanda modernitenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Genelleştirilmiş bir ifade olarak rasyonel üretim süreçlerinin ve endüstrileşmenin başat bir unsur haline gelmesi, bireylerin toplum içerisindeki rol ve konumları ile geniş anlamıyla toplumsal ilişkilerin yapılandırılmasında yeni bir dönem anlamı taşımaktadır. 

        Bu çerçevede, toplumsal ilişkilerde yeni olan yani şehir, eski olan yani kıra karşı bir üstünlük iddiası ile ortaya çıkarken, burada başat durum bireyin sosyal çevre ve maddi çevre yapılaşmasındaki rolü olmuştur. Sosyal bilimler tartışmalarında modernite, temel itibarıyla kavramsal zıddı olarak kabul edilen gelenek ile birlikte değerlendirildiğinde anlamlı hale gelmektedir. Bu çerçevede, geleneksellik-modernite dikotomisinde gelenekselliğe tezat teşkil eden ve baskın olan olan modernite olurken, "tarihsel bir evrim ve mentalite değişimi" ile bağlantılandırılmaktadır.

        Bir ideoloji olarak modernite kavramına dair belirleyici husus bu olgunun, "gelenekle ile irtibatının kopması değil", aksine "geleneği dönüştürmüş olmasıdır". Bu yaklaşım, modernite ile geleneğin bir aradalığına işaret ettiği gibi, hakim bir paradigma olarak modernitenin ona eşlik eden sekülerleşme ile birlikte geleneği ne denli teste tabi tuttuğu geçen süreçlerde gözlemlenebilmektedir. Gelenek, içinde var olmanın verdiği bir tür güvene sahip olmakla birlikte, modernite gibi toplumsal yapının her alanına hem de, devlet gibi bir güç unsurunun marifetiyle nüfuz edebilen unsur karşısında nasıl bir refleks gösterebildiği tartışma konusudur.

        Modern dönemi, kurumsal boyutlarının yanı sıra, tekil bireyler için çok daha anlamlı kılan husus, bireyselciliğin bu dönemin bir ürünü olmasıdır. Rönesansla birlikte bireylerin, çeşitli karar mekanizmalarında kendilerini ifade etmeleri tedrici olarak gündeme gelmeye başlarken, bu durum, zamanla sadece bireyin kendi yakın çevresini ve doğrudan içinde bulunduğu kurumları değil, toplumsal yaşamın tüm evrelerini kuşatır hale gelmiştir. Tek tek bireylerin aktörleşmesi anlamına gelen bu süreç, onları Avrupa kurumsal yapısının kilise ve monarşi gibi iki temel unsurunun etkisinden ve nüfuzundan ayrıştırması kadar, temelde bu iki kurumu içine alacak yeni düzenlemeler ile kendini ortaya koymaya başlamıştır. Bu durum, bireylerin modern dönemde temel niteliklerinin, kendileri hakkında konuşma, düşünme ve bilgi üretmeleri olduğunu göstermektedir. 

        Her ne kadar dikotomik bir duruma işaret etse de, Modernite kendi yapılaşması ile bireyler üzerinde nüfuzunu hissettirirken, bireyler bu imkandan hareketle kendilerini ortaya koyma becerileriyle ve tecrübeleriyle moderniteyi ve içinde yaşadıkları toplumu yeniden üretebilmektedirler. Söz konusu bu üretim sürecinin, sadece Avrupa kıtası ile sınırlı kalmadığını, tarihi süreçte yaşanan gelişmeler ortaya koymaktadır. Bu çerçevede, Batı Avrupa toplumsal ve tarihsel şartlarının bir ürünü olarak gündeme gelen modernite bağlamındaki toplumsal değişim olgusu, sömürgecilik ve Batılılaşma gibi süreçlerle giderek dünyanın farklı bölgelerine nüfuz etmiştir. 20. yüzyıl ikinci yarısından itibaren küreselleşmenin etkisiyle giderek artan bu etkileşim, "yüksek modernlik" veya "geç dönem modernlik" olarak adlandırılmıştır.

        Bununla birlikte, özellikle çağdaş dönemde, geç dönem moderniteye maruz kalan dünya toplumları daha çok dini geleneklerle örülü yapılar oluşturmaktadır. Bu unsurlar geç dönem modern dünya ile iç içe olmalarına rağmen, bunlardan göreceli olarak az bir bölümü modernizmin/postmodernizm etkisi altına girmiştir. Bir tür çelişki olarak algılansa da, Batı Avrupa'nın yaşadığı toplumsal ve siyasal dönüşümleri yaşamamış olan söz konusu bu toplumların geleneksel yapıları, modernite karşısında daha yıkıcı bir etkiye maruz kalmaktadırlar.

        Modern kavramı genel itibarıyla kurumların gerek niceliksel olarak büyüklükleri, gerekse sahip oldukları bürokratik yapılanmaları ve güç olarak önem taşımakla birlikte, bundan daha da önemlisi, "düşünümsel gözlem" olgusu öne çıkmaktadır. Bunun yanı sıra, moderne dinamikliğini kazandıran bu döneme özgü zaman-mekan ayrımı ile düşünümsellik özelliğidir.

        Özellikle, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumları özelinde değerlendirildiğinde bu ilgili toplumlarda yaşanan değişme hızı ve bugün geldikleri noktada geleneğin kendini ifade edip etmediği noktasında kayda değer eleştiriler bulunmaktadır. Bu noktada, geleneğin söz konusu bu toplumlarda geçmişteki yapısallaştırıcı etkisini sürdürmediği ve bu anlamda çağdaş toplumun düşünce ve pratiğine doğrudan değmeyen bir düzeye indiği görülmektedir. Geleneğin öne çıkan özelliklerinden biri, toplumsal dayanışmayı sağlayan bir unsur olması, günümüz çağdaş toplumlarının "dayanışma" olgusuna verdikleri anlam kadar, bu olgunun ortaya çıkmasındaki temel dinamikler geçmiştekinden farklılık arz etmektedir. 

        Bu noktada, modern dönem ile geleneksel dönem karşılaştırmasında ilki ikincisinden arındırma yönünde bir tarihsel gelişme ve toplumsal yapılanma gerçekleştiğine vurgu yapılmalıdır. Bunda, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluşuna yol açan devrim ile neredeyse tüm dünyada ulus-devletleşmenin başat siyasal unsuru olarak gündeme gelen Fransız Devrimi etkili olmuştur. Bu süreç, Batı Avrupa'nın o döneme kadarki kendi sınırlarının dışına sadece fiziki olarak çıkması anlamına değil, aynı zamanda bilgi üretimi ve yönetiminin öznesi olarak yapılaştırıcı bir kuvve olarak kendini egemen kılmaya yönelik bir icraata konu olmuştur. Bu durum, nihai olarak sömürgecilik süreçleriyle Batı'yı doğu toplumlarında egemenlik sağlayıcı bir konuma getirirken, aynı zamanda bilgi üretimi ve bilginin yönetimi ve kullanımı konusunda Avrupa merkezli bir yaklaşımın oluşmasına zemin hazırlamıştır. 

        YAZAR

        Mehmet Özay