Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

İki gün içinde iki küçük çocuk, okullarda bile serbestçe satılan bir “çocuk çikolatası” nedeniyle boğularak ölüyorsa, burada hiç kimse topu “üreticinin” eline bırakıp kaçamaz.

Şırınga şeklindeki krem formlu çikolata tüpünün ağzındaki kapak çocukların boğazına kaçıyor ve ölümlerine sebebiyet veriyor.

Belki yüz binlercede bir olan bir olay ama üretici firmanın sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor.

Fakat sorumluluğu tek başına üreticinin sırtına da yüklemiyor.

Tüm bu ürünlere “onay” veren bir kurum var, bir Bakanlık; Tarım ve Orman Bakanlığı.

Tam yetkili.

Her türlü gıda maddesini inceleyen ve onay veren kurum.

Çocuklara yönelik bir üründe nasıl onay vermiş bilmiyoruz!

Üzerinde ufak yutulabilir, boğaza, ağıza kaçabilir parçalar olan her türlü şeyin üzerine “…yaşından küçük çocuklar için uygun değildir” diye yazmak zaruri iken, çocukların yiyeceği bir ürünün paketinin ya da kabının böyle tehlikeli küçük parçalar içermesine nasıl onay verir bu Bakanlık?

Bu onayı veren makam, mevki hangisi ise onun da bu işte bir sorumluluğu yok mu?

Sorumluğu yok ise böyle bir kuruma ve böyle bir denetime ne gerek var!

Hadi orası bir rezalet.

Hatırladığımız kadarı ile özellikle çocuk obezitesi ile mücadele kapsamında bir karar alınmış ve bu gibi ürünlerin okul kantinlerine girmesi yasaklanmıştı.

Bu çikolatanın okul kantininde ne işi var diye düşündüm ve soruşturdum.

Bu kararın uygulanması ertelenmiş meğerse!

Anladığım odur ki, çocuklarımızın yaşamının, sağlığının ve geleceğinin kantin lobisinin ya da abur cubur lobisi kadar değeri yok bu ülkede.

Boşuna en az 3 çocuk istenmiyor.

Bu kafayla nasılsa elinizde şanslıysanız ya 2’si kalır ya da 1’i.

*

Buyursunlar

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu cesaretinden ötürü kutluyorum.

Gazeteci olmak istiyormuş.

Hem de araştırmacı gazeteci!

Gelsin de görsün.

Yazdığı haberlerden, ağırladığı konuklardan, yaptığı yorumlardan, araştırdığı haberlerden ötürü “bazı güçlerin” adamı olmakla suçlanmak nasıl bir hismiş!

Yazdığı doğrulardan ötürü siyasetçiler, ekonomi çevreleri ve bazen de halk tarafından hakarete uğramak ne demekmiş anlasın!

Güç sahiplerinin hoşuna gitmeyecek konulara girdiğinde kendisi için değilse de ailesinin geleceği için korkuya kapılmak neymiş görsün!

Haber verdirilen değil, haber araştıran gazeteci olmanın zorluğunu ve dışlanmışlığını yaşasın!

Sıklıkla “Bu mevsimde Silivri soğuktur” şakalarına maruz kalsın!

Tüm bunlara razı ise buyursun gelsin.

Ama bildiklerini saklamak değil, yazmak kaydı ile gelsin!

*

Yağmur Atsız’dan düzeltme

Önceki gün Ahmet Davutoğlu’nun İstanbul’da yapılacak Konya Tanıtım Günlerine davet edilmemesi için üst düzey bürokratların organizasyon komitesine baskı yaptıklarını anlatan bir yazı yazmış ve başlığına da “Konyalı non grata” demiştim.

“İstenmeyen Konyalı” anlamında.

Sevgili Yağmur Atsız, çok yerinde bir itiraz yollamış.

Yüzde bin haklı.

Diyor ki, “Değerli Fatih Bey,

‘Persona’ kelimesi ‘dişil’ (feminin) olduğu için ‘non grata’dır ama ‘Konyalı’

bir erkek olduğu için ‘Konyalı non gratus’ olması gerekir sanıyorum…

Baqi selam…

Yağmur Atsız”

Latince gramer açısından çok doğru söylüyor.

Açıkçası ben de Gratum ile Gratus arasında kararsız kalmış ve “En iyisi bildik yoldan gideyim. Bir de bunu anlatmak zorunda kalmayayım” diye düşünmüştüm.

Bin özür dilerim.

Bu arada Davutoğlu’nun partisinin adı ve kurucular kurulu dün gece itibarıyla ortalığa döküldü.

Habertürk okurları ise bunu herkesten en az 12 saat önce öğrenmişlerdi zaten.

Habertürk okuru olmanın o kadar da farkı olsun, izin verin:)

*

Gençler

Bazen yakın dostlar, arkadaşlar “Yahu ne uğraşıyorsun bu kadar. Doğruları yazacağım diye uğraşıyorsun. Kimsenin adamı olmadığın için dört bir yandan hakaret işitiyorsun. Değer mi, bırak” falan diyorlar.

Doğru.

Sık sık hakarete, küfürlere, haksız eleştirilere maruz kalıyorum.

Bunu hepiniz görüyorsunuz.

Ama sizlerin görmediği bazı şeyleri de ben görüyorum.

Mesela mı?

Mesela şu mektup:

“Merhaba Fatih Abi,

Abi diyerek biraz samimi başladım ama neredeyse 4 yıldır sabah elimi yüzümü yıkadıktan sonra ilk iş sizin köşenizi kontrol ediyorum. Teke Tek Özel ve Teke Tek programlarınızın 2009'dan günümüze kadar neredeyse tamamını izledim. Bu yüzden vicâhen teşerrüf etmiş kadar yakın hissediyorum ve sizin de gereksiz resmiyetten hazzetmediğinizi düşündüğüm için böyle başladım.

Abi yaptığınız işin ne kadar önemli olduğunu size anlatmak benim haddim değil ama beni 4 yılda ne kadar olumlu etkilediğinizi ya da en azından size ne kadar müteşekkir olduğumu bilseniz mesleki hazzınız eminim bir kat daha artar. Bunu söylememin sebebi sadece kendi değişimim değil sizin eğitime verdiğiniz önemi biliyorum ve benim gibi binlerce gencin ufkunu açıyorsunuz. Umuyorum ki sizden etkilenen biz gençler ileride bu ülkeye faydalı olacağız. Sizin programlarınızla ve yazılarınızla üniversitede haşır neşir olmam en büyük pişmanlıklarımdan biri keşke daha önce tanışsaydım.

Sizi ve yaptıklarınızı takdir edecek seviyede değilim ama size yaptıklarınız için minnettarım. Size teşekkür eder sevdiklerinizle güzel bir hayat geçirmenizi dilerim.

Saygılarımla.

H.F.T”

Her gün binlerce küfüre karşın bazen bir bazen iki bazen üç bu tür mektup geliyor, özellikle genç kardeşlerimden.

İşte bu yüzden yazmaya devam ediyorum.

Çünkü o gençlere çok borcumuz var.

Ben en azından bu borcumun farkındayım!

*

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Mutluluğu içimizden başka bir yerde bulamayacağımızı bildiğimiz zaman.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar