Antakya'da 2000 yıl öncesine uyanmak
Bazen öyle acayip bir yerde açıyorum ki gözlerimi ne ben benmişim ne de o gözler benim gözlerimmiş gibi geliyor bana... Daha önce hiç bakmamışım gibi dünyaya, aval aval seyrediyorum etrafımda olup bitenleri. Birden, bir zamanlar tanrıların yaşadığı bir dağın eteğinde, tozlu, daracık bir sokakta, rengarenk ipek, keten şallarla dolu bir vitrine önünde buluyorum kendimi.
“Buyrun içeride başka modeller de var, onlara da bakın” diyor bir ses.
Vitrinden giren ışığın loş aydınlığında, iki kişinin yan yan geçmekte zorlandığı, ince uzun bir dükkan burası. Duvarlara gelişi güzel çakılmış gibi duran raflara rastgele sepriştirilmiş yüzlerce şal ve başörtüsünün karmakarışık renkleri arasından, bir Jakson Pollock sergisini gezer gibi, dükkanın arkasına doğru yürüyorum.
“Ne içersiniz?” diye soruyor beni içeri davet eden ses.
Kafamın içindeki kahve-çay muharebesinden habersiz o ses kendi teklifini bırakıyor dükkanın orta yerine: “Bir şarap alır mıyız?”
“Şarap mı?”
“Evet şarap... Ev yapımı... Bundan bulamazsınız her yerde!”
Dükkandan çıktığımda şarabın yoğun tadının bütün damağıma sıvandığını hissediyorum. Yolun hemen karşısında vitrininde bir adamın tahta tezgahında şal dokuduğu dükkana girmek için kapıdan adım atarken, usta uyarıyor: “Birazdan Cuma’ya gideceğim, ona göre...”
APOLLON'UN KARŞILIKSIZ AŞKI: DEFNE
Antakya’ya gelirken Antakya hakkında bildiğim yegane şey kentin mutfağının zenginliğiydi. (Teşekkürler sosyal medya!)
M.Ö. 300’lü yıllarda Büyük İskender’in komutanlarından Seleukos tarafından kurulan ve onun babasının adını alan Antakya’da kısa bir gezintiye çıktığınızda zengin mutfakla çok kültürlülük de kaldırımlarda sizinle birlikte yürüyor.
Daha İstanbul’un İstanbul olmadığı çağlarda Roma İmparatorluğu’nun üçüncü dünyanın dördüncü büyük kenti olan bu büyülü yerde tarif edemediğiniz bir duygunun rehberliğinde geziyorsunuz sokakları.
Dar kapılardan geçip girdiğiniz portakal, limon ağaçlarıyla küçücük cennetleri andıran bahçelerde Zeus’un oğlu, Artemis’in kardeşi Apollon ile nehir tanrısı Peneus’un kızı Defne’nin öyküsünün orta yerine düşüveriyorsunuz bir anda.
Kendisine aşık Apollon’da kaçarken tanrılardan yardım isteyen Defne’nin oracıkta ağaca dönüştüğünü, öykünün geçtiği Antakya Harbiye İlçesi’ndeki şelalelerin ise sevdiğini kaybeden Apollon’un göz yaşları olduğunu öğreniyorsunuz.
İçine girdiği her yemeğe lezzet katan ‘defne yaprağı’nın bu ‘kutsallık’ yüzünden yenmediğini dinliyorsunuz ayaküstü bir Antakya simidini kimyon ve tuza banarak yerken...
Cami ve kilise yan yana..1900 YAŞINDA BİR ANTAKYALI
Caminin, kilisenin, havranın birbirine komşu olduğu, yüzlerce yıldır Müslüman, Musevi, Hıristiyan toplumlarının bir arada yaşadığı hatta “Indiana Jones’un ‘Kutsal Kase’yi aradığı” bu kentte yürürken insan, adımını attığı her yerde farklı zamanlardan, farklı uygarlıkların kalıntıları içinde yürüyormuş gibi hissediyor.
Hristiyanlara ilk kez ‘Hristiyan’ dendiği Antakya’da Aziz Pierre’in ayak izlerini takip ederek Romalı bir tüccarın evine ya da 1900’lerden kalma bir Osmanlı konağına konuk olmak işten bile değil...
Bugünün Antakyalıları, binlerce yıldır o topraklarda yaşayan, onlarca medeniyetten akrabalarıyla bir gün bir köşe başında göz göze gelecekleri günü bekleyerek yaşıyorlar kentin sokaklarında.
St. Pierre KilisesiTıpkı bundan 10 yıl önce Hristiyanlar’ın Vatikan’dan sonra ikinci hac merkezlerinden olan St. Pierre Kilisesi’nin kuş bakışı baktığı arazide bir otel inşaatına başlayan iş insanı Necmi Asfuroğlu gibi!
Necmi Bey, 5 katlı, 400 odalı otel için kolları sıvadığında, 1900 yaşında bir hemşehrisiyle karşılaşacağından habersizdi eminim. Ama işte Antakya böyle bir yer; Asi Nehri'nin ikiye böldüğü, Amik Ovası’nın kenarına oturmuş, toprağının her katmanından başka bir ‘yüz’ çıkan dev bir Matruşka!
Necmi Asfuroğlu ve kızı Asfuroğlu Grubu Yönetim Kurulu üyesi Sabiha Asfuroğlu Abbasoğlu200 ODALI MÜZE OTEL
Çok da iddialı olmayan bir otelin temeli için yapılan kazılarda Apollon’un Defne’ye aşık eden Eros’un mermer bir heykelinin bulunmasının ardından Antakya tarihinde gelecek kuşaklara kalacak yepyeni bir öykü başlamış olur.
Planlanan otelle ilgili her şey çöpe atılır!
Yıllardır üzerinde nakliye kamyonlarının çalıştığı arsadaki arkeolojik eserlerin tespiti için 29 sondaj kuyusu açılır. O kuyulardan binlerce yıl önce Romalı askerlerin, tüccarların, şairlerin dolaştığı bir caddeye inilir.
5 katlı, 400 yataklı betonarme otel hayal olur. Necmi Asfuroğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da izniyle ünlü mimar Emre Arolat’la 200 odalı bir müze-otel projesi için çalışmaya başlar.
The Museum Hotel ve Necmi Asfuroğlu Arkeoloji MüzesiGÜNÜMÜZDEN MİTOLOJİK BİR AŞ ÖYKÜSÜ
Temelleri, kazı alanına zarar vermemesi için tamamı elle ve her birinin başında bir arkeolog bulunması şartıyla açılan, 66 kuyuya yerleştirilen kolonlar üzerinde yükselen The Museum Hotel, binlerce yıllık mozaiklere zarar vermemek için parmakları üzerinde yürüyen çelik bir devi andırıyor.
Eyfel Kulesi’nin 3 katı çelik kullanılan bu müze-otele ilk adım attığınızda bir Escher tablosuna girmiş gibi oluyorsunuz. Çelik halatlarla birbirine bağlanan koridorlardan, tavanda asılı duran dev kutalara benzeyen odalara yürürken ‘Inception’da Dom Cobb’un zihnini içinde inşa ettiği bir ‘rüya’da dolaşıyor gibi hissediyorsunuz.
Tamamı Türk arkeolog, restoratör mimarlardan oluşan ekip tarafından gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda, Helenistik Dönem’den başlayarak İslami Dönem’e kadar birbirini izleyen 5 kültür katmanı ve günümüze kadar gelen 13 ayrı medeniyete ait 30 bine yakın eser arasında özellikle 'günümüzden' biri öykü Antakya’nın mistik havasına çok uygun düşüyor.
Mimar Emre Arolat'ın eseri müze-otel adeta bir Escher tablosu...Otelin üzerinde yükseleceği çelik ayaklar için açılan kuyulardan birinde bir mozaiğe rastlanıyor. Bu mozaiğin nereye kadar uzanacağını öğrenmek için sadece bir insanın geçebileceği genişlikte bir tünel açılması gerekiyor. Elle kazılancak ve çökme riski taşıyan bu hassas tünele kimin gireceği konuşulurken ekipten genç bir akademisyen “Ben girerim” diyor.
Ve ortaya bugüne kadar üzerinde sanatçısının imzası olan tek mozaik, üç orman perisinin Poseidon ve Medusa’nın çocukları Kanatlı At Pegasus’u bir tören için hazırlarken gösteren mozaik, çıkıyor.
Öykünün asıl ilginç yanı ise ‘kahraman’ akademisyenin tünel açma görevine ekipte aşık olduğu arkeoloğun gözüne girmek için talip olduğunun anlaşılması.
Apollon ile Defne’nin aksine bu iki arkeoloğun öyküsü mutlu bitmiş, şimdi evliler!
Üç orman perisi ve Pegasus..MEDENİYETLER ARASI YOLCULUK
Frank Ghery imzalı Guggenheim Müzesi’nin Bilbao’ya yaptığı etkinin bir benzerinin Antakya’ya yapması arzu edilen bu muhteşem yapı içinde şimdi bir otel ve müze birlikte binlerce yıllık bir tarihi kucaklıyor. Kazı alanında bulunan 1050 metrekareden oluşan dünyanın en büyük tek parça mozaiğinin yer aldığı arkeolojik parkur, Eros heykelciği, sikkeler, metal objeler, mimari parçalar, pişmiş toprak eserlerin de aralarında olduğu 30 bine yakın arkeolojik eserin tamamı ise Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredilen ve yakın zamanda açılacak Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi’nde sergilenecek.
El emeği göz nuru...Ziyaretçiler bu müzede, her biri farklı 160 renk tonunda tamamen doğal taşlarlar yapılmış olan mozikler, Roma hamamı, umumi tuvalet, Roma yolu, Osmanlı’nın ilk dönemlerinden bir tahıl ve zeytinyağı deposunun da içinde olduğu 13 ayrı medeniyete ait eserler arasında binlerce yıllık bir yolculuğa çıkabilecek.
Lezzetli bir kent: Antakya...RUH İÇİN BİR ZİYAFET VADEDİYOR
Antakya içinde birbirinden renkli medeniyetleri barındıran çok odalı bir saray. Ancak son yıllarda bu harkulade saraya gidenler vakitlerinin büyük çoğunluğunu sadece ‘mutfakta’ geçiriyorlar.
Antakya, tepsi kebabı, humus ve çeşit çeşit baharatlardan oluşan Instagram ‘post’larından çok daha fazlasına sahip bir kent.
Bu 'post'lar onun üzerinde yükseldiği medeniyetlerin ihtişamının sadece tadı tuzu olur...
Hitit, Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerinden eserleriyle Antakya Arkeoloji Müzesi, tümüyle dağ içine oyulan 1380 metre uzunluğunda, 7 metre yüksekliğinde ve 6 metre genişliğindeki Titus Tüneli, kaya mezarlarının en genişlerinden, içinde bölümler halinde 12 mezar barındıran Beşikli Mağara, Hristiyanlığın ilk kilisesi St. Pierre, 6. yüzyılda kurulmuş St. Simon Manastırı, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde inşa edilen en eski camii olarak bilinen Habib-i Neccar Camii, her biri farklı farklı medeniyetleri birbirine bağlayan daracık sokakları ve şimdi Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi’yle Antakya midelere olduğu kadar ruhlar için de bir ziyafet vadediyor...
Kaçırmayın...
Ha unutmadan esnafın ikram ettiği nefis ev yapımı şarabı da tatmadan dönmeyin…