Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Sarayın Gözdesi” (The Favourite), Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos'un senaryo yazarı olarak imza atmadığı nadir filmlerinden biri... “Köpek Dişi” (2009), “The Lobster” (2015) ve “Kutsal Geyiğin Ölümü” (2017) gibi filmleriyle karşılaştırdığımızda farklı bir yerde durduğu kesin.

        Lanthimos'un sözünü ettiğim üç filmini rüyalara benzetirim. Gerçekçilikle ilgileri yoktur. Edebiyatta Kafka'ya; sinemada ise Luis Bunuel ve David Lynch'e yakın dururlar. Psikoanalitik yöntemlerle çözümlendikçe, anlatır gibi göründükleri hikâyelerin çok ötesinde anlamlar kazanırlar.

        “Sarayın Gözdesi” ise 18. yüzyıl başlarında, İngiltere sarayında geçen kostümlü bir dönem filmi. Lanthimos'un önceki filmlerinin aksine, tarihi kişilikler ve gerçekçi bir dünya sunuyor...

        Kraliçe Anne'in (Olivia Colman) Büyük Britanya'ya hükmettiği yıllarda geçiyor film. Gerçi tam bir hükmetme denemez... Anne, yürümekte zorluk çeken, hayatın keyfini çıkaramayan, hastalıklarla boğuşan bir kraliçe... Kuşkusuz, devlet yönetimiyle ilgili son kararları o alıyor ama Marlborough Düşesi Sarah'nın (Rachel Weisz) etkisi altında olduğunu herkes biliyor.

        Sarah'nın “düşmüş” genç kuzeni Abigail (Emma Stone) işte böyle karışık bir dönemde geliyor saraya... Aristokrat kökenli olmasına karşın babasının kumar tutkusu nedeniyle tüm sınıfsal imtiyazlarını kaybetmiş, beş parasız kalmış bir genç kız... Sarah, onu mutfak hizmetçisi olarak alıyor işe. Ama ormandan topladığı otlarla kraliçenin bacağındaki yaraları tedavi edince Sarah'nın özel hizmetçisi olmayı başarıyor ve saray içindeki yükselişi başlıyor...

        Hikaye şöyle de özetlenebilir. Hizmetçi itibar, düşes iktidar, kraliçe ise sevgi peşinde...

        Filme Abigail'in yükselişinin öyküsü olarak da bakabiliriz... Bu yükselişin içinde fırsatçılık, ikiyüzlülük, yalancılık ve samimiyetsizlik olduğu kadar dürüstlük, iyilik ve sevgi de var. Yönetmen Lanthimos ve oyuncu Emma Stone, onu tümüyle marazi, tehlikeli, hastalıklı bir kişilik olarak çizmemeye özen gösteriyorlar.

        Sarah ise içindeki iktidar hırsına ve açgözlülüğüne yenilmeye mahkûm biri... Kendine bir sınır çizse, elindekiyle yetinse ve kraliçeye bütün dediklerini yaptırma inadından kurtulsa belki her şey çok daha farklı olacak...

        Tam da burada, filmin, iktidar hırsı ya da açgözlülük gibi konularda ahlaki mesajlar vermek gibi bir derdi olmadığını söylemem gerekiyor. Lanthimos'un amacı, üç kadın arasındaki duygusal ve cinsel ilişkilerin keşfine çıkmak...

        SEVGİ VE OYUN ARAYIŞINDA BİR KRALİÇE

        Abigail ile Sarah, arzuları ve hedeflerinin ne olduğunu anlamakta hiç zorlanmadığımız karakterler... Açıkçası sinemada, edebiyatta onlar gibi binlerce karakter gördük, tanıdık... Kaldı ki, filmin derinliği, onlardan ziyade Kraliçe Anne karakterinden geliyor... Kraliçe Anne, Abigail ve Sarah'nın aksine ne istediğini kestiremeyen birisi. Ülkeyi nasıl yöneteceğini, hangi kararı alması gerektiğini, gerçekte kimi sevdiğini, hatta kimi arzuladığını dahi tam olarak bilmiyor. Müzik dinlemek ya da dans edenleri seyretmek ona acı verebiliyor. İktidarının sınırsızlığıyla bedeninin ve ruhunun sınırları arasında sıkışmış bir kadın o...

        Onunkisi gerçek bir trajedi ve çaresizlik...

        Daha da acı olan, kendisini gerçekten kimin sevdiğini anlayamaması... Sarah, “Gerçek sevgi, yalan söylememektir” diyor bir sahnede. Ama Anne gerçek sevginin anlamından hiçbir zaman emin olamamış biri. İktidar iki dudağının arasında... Sarayda ve ülkede ne derse oluyor ama her tür etkiye açık, duygusal, zayıf biri aynı zamanda. Dolayısıyla, onun kalbini kazanan ve yatakta mutlu eden iktidara da ortak olabiliyor.

        Anne, iktidarının kendisine sağladığı geniş olanaklarla, iktidarın kendisinden alıp götürdükleri arasında kalmış yalnız, mutsuz bir insan... İktidar ona güç veriyor ama gerçek sevginin ne olduğunu anlamasını imkânsız kılıyor.

        Özetle, yönetmen Lanthimos ve oyuncu Olivia Colman, son yıllarda, filmlerde gördüğümüz en karmaşık ve çelişkilerle dolu karakterlerden birini yaratmışlar. Lanthimos'un senaryoya müdahale ettiğini hissetmek mümkün. Evet, senaryoda imzası görünmüyor ama bazı kaynaklarda, Tony McNamara ile birlikte Deborah Davis'in hazır senaryosunu elden geçirdikleri ve bazı bölümlerini yeniden yazdıkları bilgisine ulaşmanız mümkün.

        GENİŞ AÇI LENSLERLE ÇEKİLMİŞ DEFORME GÖRÜNTÜLER

        “Sarayın Gözdesi”, sadece karakterleriyle değil, anlatımıyla da öne çıkıyor. Lanthimos, film boyunca ısrarla geniş açılı lensler kullanmış. Bu lenslerin verdiği alan derinliği sayesinde mekânı özel olarak vurgulama şansı buluyor, bir sarayda olduğumuzu bize hiç unutturmuyor...

        Ayrıca birçok yönetmenin aksine, geniş açılı lensler taktığı kamerasını kendi ekseni üzerinde hareket ettirmekten kaçınmamış ve görüntülerin deforme olmasını umursamamış... Yönetmenlerin öteden beri rüya sahnelerinde kullandığı bu deforme görüntülerin filmde olup bitenlerle aramıza belirli bir mesafe koyduğu söylenebilir.

        Kaldı ki, Lanthimos bizi üç karakterle de özdeşleştirmemeye dikkat ediyor. Olup bitenleri onların gözünden görüyoruz ama duygusal olarak üçüne de çok yakın değiliz. Yakın ve orta ölçekli planlarda genellikle alt açıları ve geniş açılı lensleri tercih etmesi de karakterlerle aramızdaki mesafeyi koruyor. Bu arada, filmi tümüyle üç kadın arasındaki ilişkiler üzerine kurması nedeniyle Lanthimos'un erkeklerin yakın planlarına mümkün olduğunca az yer verdiğini belirtelim.

        Lanthimos'un Kraliçe Anne'in bacağındaki yaralar nedeniyle geçirdiği o kötü geceyi miks geçişlerle, yani görüntüleri birbirlerinin içinde eriterek anlattığı sahne çok iyi... Abigail'in kraliçeyle ilk temas kurduğu sahne bu... Abigail ve Anne'in görüntüsünden tavşanlara miks geçişler yaptığı finalde de bu sahneyi anımsamak mümkün...

        Filmde oyunculuklar harika... Olivia Colman'ın şov yapmaktan uzak sade üslubunu çok beğendim. Emma Stone ile Rachel Weisz'ın yorumlarındaki ironi ve mizah duygusu için de aynı şeyi söyleyebilirim. Stone ve Weisz, karanlık bir filmi eğlenceli kılmayı başarıyorlar.

        Filmin bir başka artısı, görüntülerdeki gerçekçi tarz... Görüntü yönetmeni Robbie Ryan gündüzleri pencerelerden gelen ışığı öne çıkarırken, geceleri ise mumlardan, lambalardan gelen ışığa sadık kalıyor. Film için özgün bir müzik hazırlatmayan Lanthimos, o yıllarda saraylarda çalınan müzikleri akla getiren genellikle barok tarzda eserler kullanmış. Müzik, öyküdeki çatışmalara uyumlu şekilde huzursuz edici ve gergin bir hava veriyor filme...

        MONARŞİ, HASTALIKLI BİR İKTİDARIN SİMGESİ

        “Sarayın Gözdesi”, özü itibarıyla Lanthimos'un önceki filmlerinden çok kopuk değil. Belki yapı olarak çok farklı ama diğer filmleri gibi, içinde yaşadığımız dünyayı içgüdüler ve anomaliler üzerinden anlamaya çalışan bir hikâye anlatıyor... Lanthimos, sözgelimi “Köpek Dişi”nde olduğu gibi iktidarı bir tür hastalık ve anomali olarak görüyor. Saraydaki yaşam da bu anomalinin uzantısı olarak aşırılıklar ve bayağılıklarla dolu... Tarihsel gerçeklik ya da dönemin iktidar ilişkileri üzerine kayda değer bir şey söylemeyen Lanthimos için monarşi, her şeyi çürüten hastalıklı bir iktidarın simgesi...

        “Sarayın Gözdesi”, tarihsel gerçeklere sadık kalmayan bir film... Sarah ve Abigail'in hasta kraliçenin gözdesi olma konusunda girdikleri rekabet dışında hikâyenin çoğu kurmaca... Kraliçe Anne'in hayatı boyunca yakın bir ilişki sürdürdüğü eşi de filmde tümüyle pas geçilmiş. Kaybettiği bebekler için çektiği acı doğru ama tavşanlar hayal ürünü...

        Gerçeklerden kopuk olması rahatsız edici olsa da “Sarayın Gözdesi”nin kendi içinde tutarlı bir film olduğu kesin. Sonuçta, Lanthimos tarihsel gerçekliği değil, hayal edilmiş bir hikâyeyi getiriyor karşımıza. Ve bu, gerçekten seyre değer, iyi bir hikâye...

        Filmin notu: 8

        Diğer Yazılar