Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son yıllarda sinema sanatının gerçek hayat hikâyelerine olan ilgisi giderek artıyor... Bu tür filmlerin ardından, beyazperdede seyrettiklerimle gerçek hayatta yaşananları elimden geldiğince karşılaştırmaya çalışıyorum. Mesleki sorumluluk kadar “asıl gerçeği öğrenme” isteği de dürtüyor beni...

        Sonuç, aşağı yukarı her zaman aynı oluyor. Sinema sanatının, edebiyatı olduğu gibi “gerçek hayatı” da dilediği gibi şekillendirdiğini görüyorum. Sinemacılar “asıl gerçek”ten ziyade, kendi istedikleri gerçekle ilgileniyorlar.

        Gerçekliğe “yüksek sadakat” isteyenlerin konulu biyografik filmler dışında şüphesiz başka alternatifleri de var. Sadece belgesel seyredebilir, biyografik kitapları okumak ya da tarihi kayıtları incelemekle yetinebilirler.

        Öte yandan, gerçeklere sadakatsizlik beraberinde bazı ahlaki sorunları da getirmiyor değil... Seyirci, “gerçek hayat hikâyesi” olarak pazarlanan bir filme bilet alıyorsa ve siz ona gerçeğin çarpıtılmış bir halini sunuyorsanız, bence meselenin rengi değişiyor.

        Seyircilerin filmin duygusunu çok sevmesi ve genellikle gerçekleri umursamıyor oluşu, sorunu ortadan kaldırmıyor. Bana kalırsa, gerçekleri değiştirip çarpıttığınızı seyircinin de bilmesi gerekiyor.

        Richter'in isminin kullanılmamış olması ve “gerçek hayat hikâyesi” iddiasının ortadan kalkması itibarıyla “Asla Gözlerini Kaçırma”yı gerçeğe sadakatsizlikle eleştirmek belki çok doğru olmayabilir.

        Ne var ki, filmin gerçek kavramıyla özel bir derdi var. Hatta hikâyenin ana fikri tümüyle gerçekle ilgili... Filmin ismi dahi buradan geliyor...

        Filmin ana karakteri Kurt Barnert, 1940'lı yıllarda Nazi Almanya'sında henüz 10 yaşında bir çocukken teyzesi ona birkaç kez gerçeklerden korkmaması ve gerçekleri görmesi adına “Asla gözlerini kaçırma!” diyor... Kurt bunu hiç unutmuyor. Teyzesinin sözlerini yıllar sonra bir sanatçıyken de hatırlıyor ve resimlerini gerçeği yakalama fikri etrafında kuruyor....

        Film özü itibarıyla, ancak gerçeğin peşine düşen bir sanatın anlamlı olabileceğini; kendi gerçeğiyle bağlantılı işler yapan bir sanatçının gerçeği yakalayabileceğini öne sürüyor... İşte tam da bu nedenle, ana fikriniz ve temel meseleniz “gerçek”le bu kadar ilgili olduğunda, gerçeklere sadakatsizlik biraz rahatsız edici olabiliyor...

        Üstelik film Gerhard Richter'in hayatındaki gerçeklere sadık kaldığında, derinleşip güzelleşirken, hayal ürünü unsurların devreye girmesiyle vasat bir melodrama dönüşüyor...

        Hikâyedeki sürpriz gelişmeleri ele vermemek için filmdeki gerçeklerle hayal ürünü olan olayların ayrıntılı bir karşılaştırmasını yapma niyetinde değilim. Ama Sebastian Koch'un oynadığı Profesör Carl Seeband karakterinin hayal ürünü bir karakter olarak, yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck tarafından senaryoya eklendiğini söyleyebilirim.

        Seeband, Naziler iktidardayken SS üniforması giyen bir jinekolog... Alman ırkını korumak adına, kısırlaştırma ameliyatları yapıyor. Üstelik, kısırlaştırma ameliyatı için karşısına gelen psikiyatri hastalarını ölüme gönderme gibi bir yetkisi de var.

        Carl Seeband her şeyiyle filmin kötü adamı... Sadece nazizmi ve ırkçılığı değil, her iktidara uyum sağlayan fırsatçı yaklaşımı da temsil ediyor. Yaptığı kötülüklerle hikâyeyi şekillendiriyor, filmin akışını belirliyor.

        Seeband, vicdansız, merhametsiz, son derece düz ve yüzeysel bir kötü adam... Bu haliyle açıkçası eski usul melodram karakterlerinden pek bir farkı yok.

        Dolayısıyla, yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck'ın Seeband ile birlikte filme zerk ettiği melodram havası bence hikâyeyi basitleştiriyor, birçok sahnede filmi duygu sömürüsüne yönlendiriyor.

        Buna karşılık, Gerhard Richter'in hayatından alınmış gerçekler, filmi ayakta tutuyor...

        Kurt Barnert (Tom Schilling), Gerhard Richter gibi Nazi Almanya'sında büyümüş, ailesinden birçok kişiyi savaşta kaybetmiş bir karakter... Savaş sonrasında Sovyet egemenliğindeki Doğu Almanya sınırları içinde yaşamaya başlıyor. Film, modern Batı sanatına yaklaşım konusunda Nazilerle sosyalistlerin arasında çok önemli bir fark olmadığının altını özellikle çiziyor. Açılış sahnesinde Nazilerin, ellerindeki modern sanat eserlerini “Dejenere Sanat” başlığıyla sergilediklerini ve rehberli tur eşliğinde aşağıladıklarını görüyoruz...

        Sovyet güdümündeki sosyalizm döneminde de modern sanat, yerin dibine sokuluyor, hatta dolaylı olarak yasaklanıyor... Parti, ülkedeki bütün sanatçıların sosyalist gerçekçilik tarzında çalışmasını istiyor. Çok yetenekli genç bir ressam olan Kurt da geçinebilmek için kendisinden istenenleri yapıyor; kısa sürede popüler bir duvar ressamı haline geliyor...

        Hem Naziler hem komünistler döneminde devlet tarafından yukarıdan aşağıyla dayatılan bir sanat tarzı var... Hiçbir sanatçının kendi kişiliğini ya da üslubunu bulması istenmiyor.

        Kurt Barnert, 1960'ların hemen başında Batı Almanya'ya gidiyor ve o yıllarda Alman modern sanatının beşiği haline gelen Düsseldorf'taki sanat akademisine devam ediyor... Akademi'ye ilk geldiğindeki “rehberli tur” sahnesiyle birlikte film boyunca ilk kez sanatsal anlamda özgürlüğe adım attığımızı hissediyoruz. Evet, burada herkesin kişisel bir üslup geliştirmesi teşvik ediliyor ama öte yandan burada da aslında dipten dibe “dayatılan” bir şeyler var... Devletin yukardan aşağıya dayattığı bir tarz değil belki ama tuval resmini tümüyle reddeden bir “modern sanat” dayatmasından söz edilebilir mesela...

        Kurt işte tam bu dönemde sanat hayatının belki de en bunalımlı dönemini yaşıyor, ne yapacağını şaşırıyor... Düştüğü bu çıkmazdan, onu dönemin öncü modern sanatçısı, akademideki hocalarından Profesör Antonius van Verten (Oliver Masucci) kurtarıyor... Van Verten, Alman sanatçı Joseph Beuys'dan esinlenilerek yazılmış bir karakter. Aslında esinlenmenin ötesinde başta şapkası, sanata bakışı ve hatta savaşta yaşadıkları dahil her şeyiyle Beuys olduğu dahi söylenebilir.

        Barnert'in esin kaynağı siyah beyaz fotoğrafları bulup, stüdyosunda çalışmaya başladığı bu sahneleri çok sevdim... Film, bu sahnelerde adeta “atağa kalktı” ve duygusal olarak beni yakalamayı başardı.... Barnert'in buradaki tutkulu ve yoğun çalışması, bana “Blow-Up” filminde, Thomas karakterinin çektiği fotoğrafların içindeki gizli gerçeği keşfettiği sahneyi hatırlattı...

        Kuşkusuz melodram, bir ülkenin yaşadığı sarsıntıları anlatmak için yanlış bir tür olmayabilir ama Carl Seeband gibi bir kötü adam karakteriyle derinlik sağlamanız bence mümkün değil... Ayrıca müziğin de biraz fazla kullanıldığını, Paula Beer'in oynadığı Ellie karakterinin de iyi yazılamadığını düşünüyorum.

        Yine de “Asla Gözlerini Kaçırma” üç farklı Almanya üzerinden modern sanata bakması ve bir sanatçının kendi tarzını bulma sürecini anlatması açısından seyre değer bir film...

        Son olarak, Caleb Deschanel'in Oscar'a aday olan görüntü yönetimini de unutmayalım... Deschanel, konusu sanat olan bir filmin hakkını vermeyi başarıyor...

        Filmin notu: 6.5

        Diğer Yazılar