İronik bir işsizlik hikâyesi
Kıvanç Sezer'i 2016 yapımı işçi sınıfı filmi “Babamın Kanatları”nın yönetmeni olarak tanıyoruz...
“Küçük Şeyler” ise bir orta sınıf filmi... İşten atılan Onur'un (Alican Yücesoy) ve eşi Bahar'ın (Başak Özcan) hikâyesi...
İşini kaybetmek, özellikle “beyaz yakalı” orta sınıf mensupları için çağımızın en yaygın ve kaygı verici sorunlarından biri... Sonuçta, başta ev kredisi taksitleri olmak üzere sürekli borç içinde yaşayan birçok aile var.
Yeni iş bulma stresi ve “elde avuçta” kalanla aile ekonomisini ayakta tutma çabası, kuşkusuz hiç kolay değil. Ayrıca, işten atılmak sadece maddi sorunları beraberinde getirmiyor. İnsanlar alıştıkları hayat standartlarını kaybetme endişesiyle muhtelif psikolojik sorunlar da yaşıyor.
“Küçük Şeyler”in ilk bakışta niyeti, orta sınıf beyaz yakalıların hayatından kesitler aktarmak, gözlemler yapmak gibi görünüyor... Ama daha derindeki niyet, kendisini işi üzerinden tanımlayan orta sınıf bir erkeğin portresini çıkarmak ve sistemin insan ruhu üzerinde yarattığı tahribatı ortaya koymak...
Senaryoyu da yazan yönetmen Kıvanç Sezer, Onur'un tek sorununu işten atılmak olarak görmüyor zaten. Sorunların işten atılmadan çok önce başladığının altını çiziyor... Onur'un işinde yaşadığı kendine yabancılaşma sürecini, işsizlik günleri üzerinden anlatıyor...
Gerçeküstü film sahnesini hatırlatan bir “motivasyon etkinliği”nde tanıyoruz Onur'u... Çalıştığı şirketin organize ettiği bir etkinlik bu... Onur mesai arkadaşlarıyla birlikte ormanda yürüyor... Yüzündeki komik maskesi nedeniyle etrafı göremiyor. Eğitmen, herkesin bir ağaca sarılmasını istiyor. Onur sarılıyor ama orman havasının ve ağacın ona hiçbir faydası olmadığı açık... Aklı, işyerindeki sorunlarda... Kaldı ki, sonraki sahnede işinden kovulduğunu öğreniyoruz.
İlk iki sahne, tüm orta sınıf beyaz yakalıların çalışma hayatını özetliyor aslında. Çalışanlarının moral ve motivasyonu için para harcamaktan kaçınmayan şirket, gün geliyor onları kapı önüne koymaktan çekinmiyor.
Sadece Türkiye'de değil, dünya üzerindeki birçok çalışan insanın “moral motivasyon” ile “kovulma” korkusu arasında gidip geldiği kesin...
İşten kovulmak, son yıllarda yaygınlaşan “paket” ve “yeni bir fırsat” gibi ifadelerle sunuluyor Onur'a...
Hatta Onur kendini bu düşünceye öyle kaptırıyor ki, eşi Bahar'a olayı anlatırken “işten çıkarılmak, atılmak ya da kovulmak” gibi ifadeler kullanmıyor. Tam aksine, olayı kendisi için yeni bir başlangıç, dönüm noktası olarak görüyor.
Film boyunca, bölge müdürü olarak çalıştığı ilaç firmasındaki mesai günlerine dönüyoruz ara sıra... Ancak bunlar bildiğimiz anlamda geçmişe dönüş sahneleri değil. Geçmiş anıların rüya veya halüsinasyonlara dönüşerek bozulmuş halleri...
Mesela bir sahnede, bölge müdürleri toplantısına büyük bir ilaç kutusunun içinden çıkarak katılıyor... Onur'un sorunlarını görsel olarak çok iyi özetleyen bir imge bu... Şirketteki bütün varlığı, o anti depresan ilacın satışı üzerine kurulu... İlacın halüsinasyonlar yarattığına dair iddialar var. Onur ise bunu reddederek ilacı kullanmaya devam ediyor.
Onur başka bir sahnede patronu Cengiz Bey'i (Kubilay Tunçer) bir zebra maskesinin içinde görüyor. Zebra, onun için sıradan bir hayvan değil. Zebrayla arasında bir bağ olduğunu düşünüyor. Kıvanç Sezer, bunun nasıl bir bağ olduğunu, Onur'un niye zebraları sevdiğini bize bırakıyor... Kuşkusuz, her şey zebraların ayırt edici çizgileriyle ilgili... Onur'un da kendini zebra gibi sıra dışı bir varlık olarak gördüğü söylenebilir. Ama sonuç olarak, o da iş arayan sıradan “beyaz yakalı”lardan biri...
Cengiz Bey'in yaş günü kutlaması için çektikleri videoda herhangi bir halüsinatif unsur yok belki ama bir grup yetişkinin anaokul çocuğu gibi o videoyu çekmesi, başlı başına gerçeküstü bir durum değil mi?
Özetle, şirkette geçirdiği yıllar, satmaya çalıştığı ilaç ve atılmasına kadar varan rekabet süreci, Onur'un ruhunu yiyip bitirmişe benziyor. Ama işten kovulması, ruhunun kurtuluşu anlamına gelmiyor çünkü kendini tümüyle işi üzerinden tanımlayan birisi o...
İşten atıldığı gece, eve döndüğü taksinin şoförüyle yaptığı konuşma, gelecekte yaşayacağı sorunları önceden haber veriyor; filmin çerçevesini kuruyor.
Onur o sahnede taksi şoförünün “önemli olan iş değil, ekmeğimizi çıkarmak” demesine beklenmedik bir tepki gösteriyor ve her insanın bir işi olduğunu, işin o insanı tanımladığını söylüyor. Eşi Bahar'la tartıştıkları bir başka sahnede ise “Ben işiyle varolan biriyim” diyor.
Onur işin asıl işlevini değil, kendisine verdiği kimliği önemsiyor. Bahar'la anlaşmazlıkları tam da bu noktada çıkıyor... Onur'un derdi evini geçindirmek, hayatını sürdürmekten ziyade “kendine yakışan bir iş” bulmak aslında... Taksicinin “Ne iş olsa yaparım abi!” tavrına sinirlenmesinin nedeni tam olarak bu...
Dolayısıyla, Onur'un asıl sorununun işsizlik kadar gerçeklikle baş edememesi olduğu söylenebilir... Tıpkı ilacın halüsinatif etkisini reddetmesi gibi gerçeği de sürekli reddediyor. Çözüm odaklı biri değil. Hayalleriyle yaşıyor...
Bir kadını mutlu etmesi pek kolay değil. Ergenlik çağında takılı kalmış gibi görünüyor, hayallerle yaşıyor ve gerçeklikle arasındaki bağlar zayıf. Tıpkı ana karakteri gibi filmin de gerçeklikle bağları zayıf tutuluyor... Düş - gerçeklik, geçmiş - şimdi arasındaki geçişler özellikle belirsiz bırakılıyor.
Onur'un geçim sıkıntısıyla yüzleşmeye hiç hazır olmadığını en başından hissediyoruz. Hep aynı sınıfın insanı olacağından ve sosyal statüsünü hiç kaybetmeyeceğinden nedense çok emin. Filme olgunlaşamayan yetişkin bir memleket erkeğinin traji komik hikâyesi olarak bakmak da mümkün...
Filmin alt sınıftan gelen belki de tek karakteri olan gündelikçi kadın, Onur'un hayal dünyasında yaşadığını karşılaştıkları ilk gün hissediyor. Gündelikçinin, Onur'un eşine “bu adamla işin çok zor” anlamına gelen şeyler söylediği sahnedeki güleryüzlü şaşkınlığı, oyuncu Nezaket Erden'in harika yorumuyla filmin en ironik anlarından birine vesile oluyor... Onur'daki yürümeyen meseleyi bir emekçinin anlaması kuşkusuz anlamlı bir ayrıntı...
İroni ile trajedinin ilk anlardan itibaren kol kola ilerlediği bir film “Küçük Şeyler”... Belki büyük kahkahalar atmıyorsunuz ama Onur'un o şuursuz hallerinin yarattığı durumları sürekli gülümseyerek seyrediyorsunuz... Kıvanç Sezer'in hiç kesme yapmadan tek plan olarak çektiği, “misafirlerle akşam yemeği” sahnesini de unutmayalım. Simetrik çerçevenin tam ortasındaki Bahar'ın ifadesiz, bıkkın yüzü ile diğer 3 kişi arasındaki kopukluk, ilişkisizlik dikkat çekici... Onur'un, ortamı idare etmeye çalışan annesi (Nihal Koldaş) ile bıkkın eşinin gerçekçiliği karşısında köşeye sıkıştığı sahne de güzel...
Filmdeki performansıyla Adana ve Antalya'daki film festivallerinde en iyi erkek oyuncu seçilen Alican Yücesoy'un yorumunun altını çizmek gerekli. Yücesoy, komediyle dramı dengeleyen bir performans çıkarıyor ve karakterin bastırmaya çalıştığı zayıflığını görünür hale getiriyor.
Onur'un aksine fazla konuşmayan ve kendini beden diliyle, sessiz duruşuyla ifade eden bir karakter olarak çizilen eşi Bahar'da Başak Özcan, sade bir yorum getirmiş role...
Hatip Karabudak'ın mekânın gerçekçi tasvirini öne çıkaran görüntü çalışmasını da sevdim. “Küçük Şeyler” plazalarda ve şehrin dışındaki sitelerde geçen soluk, gri bir kış filmi olarak akıllarda kalmaya aday... Kıvanç Sezer özellikle site çekimlerinde sık sık genel planlar kullanarak Onur'un yalnızlığını, sıkışmışlığını vurgulamış.
Finale doğru giderek öne çıkan yalnızlık korkusu da önemli. Müfit Kayacan'ın canlandırdığı emekli site sakini Hikmet Bey, Onur'un gelecekteki yalnız kalma korkularını yansıtan bir aynadan farksız... Onur'un kendisine sonuna kadar güvenen ve seven bir kadın olmadan ayakta durmasının çok mümkün olmadığını da hissediyoruz.
“Küçük Şeyler”in, en sevdiğim yanlarından biri, sinemamızdaki modaların, genel eğilimlerin dışına çıkması oldu...
Sadece ele aldığı konu ve temalar açısından değil, ironik üslubuyla da sinemamızda pek karşımıza çıkmayan bir film...
Anaakım sinemayla farklı kodları kullanmasına karşın seyirciyle çok rahat kontak kurabilecek bir film olduğunu düşünüyor, gönül rahatlığıyla herkese öneriyorum.
7/10