Bir 'primadonna'nın kızı olmak…
‘Saklı Gerçekler’ (La Vérité), Japon yönetmen Hirokazu Koreeda’nın ülkesi dışında çektiği ilk film…
Filmlerin ulusal kimliklerin ötesine geçtiği, milliyetsiz hale geldiği birçok örnek vardır. ‘Saklı Gerçekler’ de onlardan biri…
‘Saklı Gerçekler’in bir Japon filmi olmadığı aşikâr. Öte yandan, baştan sona kadar her şeyiyle bir Fransız filmini akla getiriyor. Çünkü ‘milliyetsiz filmler’in ülkesini genelde dil ve oyuncular belirliyor.
Sözgelimi, Michelangelo Antonioni’nin Londra’da çektiği ‘Blow-up’a İtalyan filmi demek mümkün değildir. Kültürel anlamda ‘İngiliz filmi’ olmaya çok daha yakındır. Kaldı ki, Antonioni de dönemin Londra’sı üzerinden vurguyu özellikle İngiliz kültürüne yapar.
‘Saklı Gerçekler’i, Fransız filmi gibi gösteren, sadece Paris’te geçmesi ve Fransızca olması değil. Fransız sinemasının farklı kuşaklardan gelen iki simge yıldızı Catherine Deneuve ve Juliette Binoche’un varlığı, filme bariz bir Fransız damgası vuruyor. Belli ki Koreeda’nın da öngördüğü ve istediği bir etki bu…
Aynı duyguyu Abbas Kiorastami’nin İran dışında çektiği ilk film olan ‘Aslı Gibidir’de (Copie conforme) de yaşamış; İran coğrafyası ile Kiorastami arasındaki vazgeçilmez olduğunu düşündüğüm bağın dağılıp gittiğini hissetmiştim. İran’da geçmeyen bir Kiorastami filmine alışmak kolay olmamıştı benim için…
‘Saklı Gerçekler’de ise benzer bir sorun yaşadığımı söyleyemem… Fransa’da geçen bir Koreeda öyküsü fikrine alışmak pek zor değil açıkçası. Sonuçta, aile ilişkileri dünyanın her yerinde aynı…
Alexei Aigui’nin minimal müziği, özellikle açılış sahnesindeki evi dışardan gösteren genel plan ve sahne aralarındaki doğa görüntülerinin olduğu çekimler Koreeda’nın Japonya’da yaptığı filmleri hatırlattı bana.
Buna karşılık, ‘Saklı Gerçek’te, Koreeda’nın ‘Bitmeyen Yürüyüş’ ve ‘Benim Babam Benim Oğlum’ gibi aile temalı filmlerindeki Japon yönetmen Yasujiro Ozu etkisi taşıyan anlatımından izler bulmak açıkçası biraz zor. Koreeda’nın Ozu tarzındaki sabit kamera disiplinini pek kullanmadığı bir film bu… Hatta açı karşı-açı yapmak yerine kamerayı oyuncuların yüzleri arasında hareket ettirdiği sahneler bile var.
‘Saklı Gerçek’, duygusal ve fiziksel anlamda yıllarca uzak kalmış bir anne–kızın birlikte geçirdiği birkaç günü anlatıyor. Anne Fabienne Dangeville (Catherine Deneuve), filmlerde rol almayı sürdüren, star kimliğinden, kibrinden, primadonna havasından vazgeçmemiş 70 yaşlarında bir oyuncu… Bir gazeteciyle röportaj yaptığı ilk sahnede geçinilmesi zor, kaprisli ve huysuz biri olduğunu hemen anlıyoruz… Burnu büyüklüğü, bencilliği, mesleki kıskançlıkları ve acımasız dürüstlüğüyle daha ilk anlardan başlayarak film boyunca bizi gülümsetiyor… Ama kızı Lumir (Juliette Binoche) açısından çok eğlenceli biri olmadığı kesin.
Lumir açısından tek sorun, çocukluk yıllarına kadar uzanan sevgisizlik ve ilgisizlik değil… Annesinin güvenilmezliği ve benmerkezciliği de onu rahatsız ediyor. Fabienne’in hayat hikâyesini anlattığı kitabında gerçekleri işine geldiği gibi yansıtması, beyaz yalanlardan hiç kaçınmaması ve her şeye kendi açısından bakması, Lumir’i çileden çıkarıyor. Ama Fabienne, her seferinde aktris kimliğini öne sürerek yanıtlıyor eleştirilerini… Film ilerledikçe Fabienne’in kendine özgü bir tür ‘aktris ahlakı’ geliştirdiğini; mesleğini kızı dahil her şeyin önüne koyduğunu ve hep işinin arkasına sığındığını görüyoruz. Primadonna’lık onun için yaşam biçimi. Belli ki başka türlü nasıl yaşandığını, nasıl davranıldığını bilmiyor… Bir primadonnanın kızı olmak ise kuşkusuz kolay değil…
‘Saklı Gerçekler’i sorunlu anne–kız ilişkilerine odaklanan benzer filmlerden ayıran en önemli özelliği, Fabienne–Lumir ilişkisini, diyaloglar ve duygusal çatışmalar kadar ‘film içinde film’ fikriyle anlamaya, daha doğrusu sezdirmeye çalışması…
Lumir, Paris’e geldiğinde Fabienne, bir bilimkurgu filminde oynuyor. Uzay gemisinde yolculuk ettiği için hep genç kalan annesiyle karşılaşan bir karakterin 70 yaşındaki halini canlandırıyor. Ölümcül hastalığa yakalanan anne, kızının büyümesini görmek için kasten yapıyor bunu… Ama kız, annesiyle yıllar içinde ara ara görüşse de sonuçta ona ruhen uzak kalıyor ve yaşlanmayan anne fikri bir noktadan sonra acı verici hale geliyor.
Fabienne’in hep star olarak kalması ve Lumir’in ruhen annesiz büyümesi, ‘film içindeki film’le gerçek hayatı çakıştıran özelliklerden sadece biri… Uzay gemisi ve film endüstrisi aşağı yukarı aynı işlevi görüyor. Fabienne yaşlansa da hep ‘önce star, sonra anne’ olarak kalıyor.
Stüdyodaki çekimlerini izlediğimiz bu filmde anneyi oynayan genç aktris Manon (Manon Clavel), Fabienne’in yıllar önce hayatını kaybeden arkadaşı Sarah’ya benziyor. Olaylar geliştikçe Lumir’in Sarah’nın ölümünden annesini suçladığını anlıyoruz. Finale doğru Sarah’nın Lumir ve Fabienne arasındaki sorunlarda kilit rol oynadığını da görüyoruz. Annesi rolündeki Manon’un Sarah’ya benzemesi, çok yetenekli, paylaşımcı ve pozitif biri olması rahatsız ediyor Fabienne’i… İlgi merkezinin kendisinden başka noktaya kaymasına hiç tahammül edemiyor.
Filmle gerçek hayatı çakıştıran bir başka paralellik, Fabienne’in gerçek annesini 7 yaşında kaybetmesi… Annesi onun zihninde hep 29 yaşında kalmış genç bir kadın… Lumir’e anne sevgisi gösterememesinin nedenlerinden biri belki de kendisinin hiç bitmeyen sevgi ihtiyacı. Hayranların ve seyircilerin sevgisi, belli ki, onun için annelikten daha önde gelmiş hep…
Özetle ‘film içindeki film’, Fabienne ve Lumir için bir ayna olmanın ötesinde hem onları daha iyi anlamamızı sağlıyor hem de ikisini ruhsal olarak birbirlerine yakınlaştırıyor.
Lumir’in Hollywood’da çalışan bir senaryo yazarı, Fabienne’in ise olağanüstü bir oyuncu olması, aralarındaki anne–kız ilişkisini belirleyen başka bir faktör... Fabienne, asistanı Luc’tan (Alain Libolt) özür dilemek için Lumir’in bir metin yazmasını istiyor. ‘Erkeklerden özür dileyemiyorum ama yazarsan oynarım’ diyor… Lumir’in bu öneriyi kabul etmesi her ikisinin samimiyetine karşı güvenimizi biraz sarsıyor.
Finale doğru başka bir sahnede Lumir, ileride oyuncu olmak isteyen küçük kızı Charlotte’a (Clémentine Grenier) büyükannesinin karşısında oynaması için bir metin yazıyor. ‘Eğer onu kandırırsan iyi bir oyuncu olabilirsin’ diyor…
Kızı Lumir’le duygusal olarak çok yakınlaştıkları bir anda Fabienne, yaşadığı deneyimi filmde kullanmak istediğini söyleyerek birden farklı bir ruh haline girerek bizi şaşırtıyor, ‘Bu kadarı da olmaz’ dedirtiyor. Ama sonuçta işini en iyi şekilde yapmak isteyen biri o…
Manon’un sette kızının gençliğini oynayan aktrise (Ludivine Sagnier) önerdiği ‘saçıyla oynama hareketi’ni Fabienne’in gerçek hayatta birkaç kez yaptığını görüyoruz. Bu hareketin asıl amacının karakterin yalan söylediğini seyirciye sezdirmek olması, atlanmaması gereken bir ayrıntı… Özetle Koreeda, Fabienne ve Lumir’in oyuncu ve yazar kimlikleriyle hem birbirlerini hem de bizi yanıltabileceklerini ima ediyor. Filmin orijinal isminin işaret ettiği ‘gerçeği’ tam olarak bilmenin mümkün olmadığını ima ediyor.
Buna karşılık, rol yapmanın ve oyunculuğun tahmin ettiğimizden çok daha gerçek bir şey olduğunu hissettiriyor. Sette her şey hayali veya yapay… Pencerelerin tümünde yeşil ekran var ama tüm bu dekor içinde oyunculuk bizi gerçekliğe götüren en önemli unsur… Örneğin, Fabienne’in çekimler sırasında en iyi performansını bulduğu sahnede kendi gerçek duygularıyla temasa geçtiğini fark ediyoruz.
Koreeda belki de güvenebileceğimiz tek gerçekliğin duygular olduğunu ima ediyor sanki… Kaldı ki, film boyunca her ikisinin de geçmişteki ortak anılarını çok farklı hatırladığını görüyor, kime güveneceğimizi kestiremiyoruz.
Primadonna Fabienne’e en başından itibaren belirli bir mesafe aldığımız için genellikle Lumir’in tarafını tutuyoruz ama film, bazı anlarda Lumir’in marazi yanlarını göstermekten çekinmiyor.
‘Saklı Gerçekler’ ayrıntılarına inildikçe derinleşen filmlerden… Fabienne’in evinin hemen arkasında bir hapishane olması kuşkusuz tesadüf değil. Fabienne ve Lumir, kendi duygusal hapishanelerinde yaşayan karakterler… İkisi arasındaki çekişmeyi ve rekabeti en iyi Lumir’in eşi Hank (Ethan Hawke) anlıyor. Fabienne, Hank’e karşı çok acımasız davranıyor, hatta alkole başlaması için zemin bile hazırlıyor ama yine de onun içindeki üzüntüyü, sıkıntıyı en iyi Hank görüyor. Hank, kendi deyimiyle ‘ikinci sınıf bir televizyon oyuncusu’ olsa da filmin iç görüsü en yüksek karakteri…
Sık sık adı geçen cadı masalı, kitabı ve Fabienne’in başrolde oynadığı filmiyle büyükanne, anne ve torunu birbirine bağlayan, aralarındaki sevgi bağını vurgulayan bir metafor.
Juliette Binoche, Ethan Hawke ve Manon karakterinde Manon Clavel gayet iyiler ama ‘Saklı Gerçekler’ asıl olarak bir Catherine Deneuve filmi… Deneuve, sinema tarihinin en akılda kalıcı ‘primadonna’ karakterlerinden biriyle geliyor karşımıza… Deneuve, tıpkı belli ki kendi duygusal deneyimlerinden de yola çıkıyor. Fabienne Dangeville ile Catherine Deneuve arasında bazı bağlar bulmak mümkün. Mesela, Manon’a hediye ettiği elbisenin bir benzerini ‘Gündüz Güzeli’nde giydiğini hatırlıyorum… Ayrıca Deneuve’ün de Fabienne gibi işine çok bağlı bir oyuncu olduğu biliniyor… Kuşkusuz aynı karakter değiller ama Deneuve’ün Fabienne karakterine kendisinden çok şey kattığı kesin…
Son olarak, Fabienne’in hareketli el kamerasını sevmediğini ve sinemada öncelikle şiire önem veren eski kafalı bir oyuncu olduğunu belirtelim. Koreeda’nın da ‘primadonna’sıyla aynı görüşte olduğunu tahmin etmek çok zor değil açıkçası…
‘Saklı Gerçekler’, dünya prömiyerini 2019’da Venedik Film Festivali’nde yapmış; pandemiden önce Fransa ve Japonya’da gösterime girmişti. Türkiye’de tanıtımı hiç yapılmadan, eleştirmenlere gösterilmeden seyircilerle buluşmuş ve nerdeyse hiç ses getirmemişti. ‘Saklı Gerçekler’ vizyonda harcanmış filmlerden biri. Şimdi BeinConnect’te izleyebilirsiniz.
7/10