'Akılsız telefon'un marifeti
Sinemacılar, zaman yolculuğu kadar zamanları birbirine bağlayan geçitleri sever. Sadece kapılar, geçitler değil; bazen radyo dalgaları veya posta kutuları birleştirir farklı zamanları…
2020 yapımı Güney Kore filmi ‘Telefon’ (The Call) ise ‘farklı zamanları birleştiren telefon’ fikri üzerinden ilerliyor. Tam da burada, 2011 tarihli İngiltere–Porto Riko ortak yapımı ‘The Caller’ın da benzer bir öyküye sahip olduğunu hatırlamak gerek; ama ‘Telefon’ alışıldık anlamda bir yeniden çevrim değil. Sadece aynı çıkış noktasından hareket ediyor.
Kuşkusuz, iyi fikirlerle yola koyulan ama gerisini getiremeyen birçok film var. ‘Telefon’ ise çıkış noktasını iyi geliştiren bir film… Yönetmen Chung-Hyun Lee, senaryosunu da yazdığı ilk uzun filminde ilgiyi sonuna kadar ayakta tutmayı başaran bir hikâye geliştirmeyi başarıyor.
Her şey Seo-yeon’un (Park Shin-hye) kırsal kesimdeki aile evine gelirken yolda cep telefonunu kaybetmesiyle başlıyor. Babasının artık hayatta olmaması, annesinin de hastanede tedavi görmesi nedeniyle evde tek başına kalan Seo-yeon, uzun süredir kullanılmayan eski usul telsiz ev telefonunu unutulduğu köşeden bulup çıkarıyor.
‘Telefon’un ilk bölümü; boş evin karanlığı, tekinsizliği ve Seo-yeon’un keşfettiği gizli bodrum katıyla hayaletli ev filmlerini hatırlatıyor. Bu arada, yardıma ihtiyacı olduğunu söyleyen bir kızdan telefonlar gelmeye başlıyor. Seo-yeon, her seferinde ‘Yanlış numara, burayı arama’ dese de telefonlar sürüyor… Ve bir süre sonra Seo-yeon, telefonların 20 yıl önce üvey annesiyle aynı evde yaşayan Young-sook’tan (Jong-seo Jun) geldiğini keşfediyor… Akıllı telefonunu kaybeden yeni kuşaktan bir gencin ‘akılsız bir telefon’ sayesinde geçmişle bağ kurması, telsiz telefonun teknolojik açıdan ‘iki farklı çağ’ı birleştirmesi kuşkusuz hoş ayrıntılar.
Gizemli telefonla geçmişle bağ kurduğunu anlayan Seo-yeon, ilk etapta geçmişte gerçekleşecek eylemlerle şimdiki zamanın değiştirilip değiştirilemeyeceğini merak ediyor ve Young-sook’un zamanın akışına yaptığı ilk müdahale denemesiyle film bambaşka bir düzeye geçiyor.
Şu ana kadar filmin sadece ilk bölümünde olup bitenlerden söz ettiğimi vurgulamak isterim. Bir aşamadan sonra öyle şeyler olup bitiyor ki öykünün nereye doğru gideceğini pek kestiremiyor; hatta filmin türünün değiştiğini görüyorsunuz.
Bu yıl seyrettiğim Güney Kore korku-gerilim yapımı ‘Yarımada’, benzer şekilde öyküsünü tür değiştirerek geliştiren bir filmdi. Geçen ay seyredip yazdığım Amerikan filmi ‘I See You’ da benzer bir yapıya sahipti. Bu eğilimin, önümüzdeki yıllarda daha sık karşımıza çıkacağını düşünüyorum. Çünkü seyirci hep aynı hikâyeleri görmek istemiyor, yenilik arıyor ama öte yandan, bildiği tanıdığı korku-gerilim türlerinden de pek vazgeçmiyor. Sinemacılar da aynı film içinde farklı formüller arasında gidip gelen öykülere yöneliyorlar.
Tekinsiz ev filmi gibi başlayan ‘Telefon’, ortalarına kadar fantastik bir dram hatta yer yer kendini iyi hisset hikâyesi gibi ilerlerken ikinci yarısında beklenmedik ve etkileyici bir korku–gerilim filmine dönüşüyor.
Sürprizlerin tadını kaçırmamak için olay akışının ayrıntılarına girmeye niyetim yok ama sonuçta belirli bir noktadan sonra her şeyin, elimize geçen ikinci fırsatlarla ilgili olduğu söylenebilir. Seo-yeon ve Young-sook, onları birbirlerine bağlayan telefon hattıyla daha iyi bir hayata kavuşmaya çalışıyor, kaderlerine meydan okuyorlar. Ama öte yandan, zamanın akışına yapılan her müdahale, beraberinde beklenmedik olumsuzluklar getiriyor. Öyle ki finalde, birbirleriyle bağ kurmasalar her şeyin çok daha iyi olup olmayacağını dahi sorguluyoruz… Film boyunca ortaya çıkan farklı şimdiki zaman olasılıkları arasında, serada çilek yetiştiren çiftçinin özel bir yeri var sanki... Çilek serası önce bereketi ve canlılığı; sonra ise tam karşıtını simgeleyen bir metafor gibi kullanılıyor filmde.
Mutluluk arayışı ana karakterlerden biri için çok büyük bir kâbusa dönerken, diğeri kişiliğindeki marazi özelliklerle tanışıyor… Her ikisi için de anneleriyle kurdukları ilişkilerin belirleyici olduğunu görüyoruz. İkisi de annelerini çeşitli şekillerde suçluyorlar. Ama filmin ilerleyen bölümlerinde bu suçlamaları sorgular hale geliyoruz. Bu arada, Young-sook’un şaman olan üvey annesinin her iki karakterden daha önce, gelecek ve geçmiş arasında kaldığını unutmamak gerek. Gelecekte neler olacağını gören biri olarak kötülüğü engellemek için kötülüğe yöneliyor. Ama o da geleceği kurtarmak isterken işleri daha da korkunçlaştırıyor. Sonuçta, filmin ‘Kaderinize razı olun, zamanın akışına müdahale etmeyin’ türünde bir mesajı olduğu söylenebilir.
Seo-yeon ve Young-sook, olgunlaşma aşamasında olan sorunlu karakterler… Biri anneyle olan bağını düzelttikçe olgunlaşıyor ve her şeyi daha iyi görmeye başlıyor. Diğeri ise tam tersine annesini kaybetmesiyle yolunu şaşırıyor, dengesini kaybediyor. Biri, aileye bağlanmak; diğeri ise tek başına kalıp özgürleşmek istiyor…
Yeri gelmişken başrollerdeki her iki oyuncunun performanslarıyla filme çok şey kattığını belirtelim. Seo-yeon rolündeki Park Shin-hye, Güney Kore sinemasının yükselen starlarından biri. Kendisini ‘Alive’da karşı binadaki becerikli genç kız rolünde seyretmiştik. Young-sook’u oynayan Jong-se Jun’u ise ‘Burning’den hatırlıyoruz.
Yönetmen, Chung-Hyun Lee, 2015 yapımı ‘Bargain’ adlı ödüllü kısasının ardından çektiği ilk uzun filminde eksiksiz, düzgün bir iş çıkarıyor. Farklı zamanlarda yaşayan iki karakter arasındaki iletişimi ve etkileşimi görsel olarak başarıyla kuruyor. İkisinin de birbirlerinin hayatlarına müdahale etmeye çalıştığı son bölümde yönetmenlik ve montaj saat gibi tıkır tıkır işliyor…
Hikâye anlatımına hiçbir itirazım yok ama filmin giderek daha derinleştiğini ya da ilgiye değer hale geldiğini söylemem mümkün değil. Sözgelimi, her iki karakterin de iyi geliştirildiğini öne sürmem zor. Öyküyü genellikle onun cephesinden seyrettiğimiz için Seo-yeon’un duygusal serüvenine daha çok hâkimiz. Young-sook içinse aynısını söylemek imkânsız. İlk bölümde kişiliğinin bazı yönlerinin bizden saklanmasına itirazım yok. Ama film bittikten sonra üzerine düşündüğünüzde ikinci bölümde geçirdiği ani değişimlerin ikna edici olduğundan çok emin değilim.
Özetle, seyrederken sizi kuşatan bir deneyim yaşıyorsunuz ama bittiğinde geriye çok fazla bir şey kalmadığını görüyorsunuz. Geriye kalan hoş şeylerden biri, iki genç kız üzerinden 1999 ile 2019’u karşılaştırmak oluyor. Seo-yeon’un walkman’in ne olduğunu bilememesi mesela… Walkman kasetleriyle Youtube müzik videolarının telefon üzerinden birleştiği sahneler ya da eski usul cep telefonlarıyla akıllı telefonların karşılaştırıldığı diyaloglar hoş... Bu sahnelerde 20 yılda yaşanan büyük değişime biz de şaşırıyoruz.
Son olarak, filmin sonunda yazılar çıktığında sabretmeniz gerekiyor. Çünkü yazılar eşliğinde film biraz daha sürüyor…
Netflix içeriğine 27 Kasım’da dahil olan ‘Telefon’, dünya genelinde çok ses getirmedi açıkçası… Belki ben de çok etkilendiğimi öne süremem ama ‘İyi ki seyrettim’ dediğim bir film oldu. Korku gerilim ve zaman boyutuyla ilgili fantastik filmleri sevenlere gönül rahatlığıyla öneririm.
6.5/10