Heyecanlı, hüzünlü ve tarihî…
‘The Dig’, İngiliz arkeoloji tarihinin en önemli keşifleri arasında kabul edilen 1939 Sutton Hoo kazılarını konu alıyor… John Preston’ın 2007’de yayımlanan romanından Moira Buffini tarafından uyarlanan film, gerçek olay ve karakterlerden yola çıkıyor.
Yıllar önce eşini kaybetmiş olan Edith Pretty (Carey Mulligan), sahip olduğu topraklar üzerinde bulunan höyükleri kazması için civardaki köyde yaşayan Basil Brown’ı (Ralph Fiennes) çağırıyor.
Film, Basil Brown’ın sandalla nehri geçtiği ve bisiklet kullandığı yolculuğun ardından Edith Pretty’nin mülküne ulaşıp kapısını çalmasıyla açılıyor. Birlikte geniş ve ıssız çayırlarda yürüyüp sohbet ederek höyüklere ulaştıklarında, arkeolojinin her ikisi için de özel bir anlam taşıdığını anlıyoruz.
Başlangıçta ücret konusunda anlaşmazlık yaşasalar da zamanla aralarında güçlü bir güven bağı kuruluyor. Çünkü birbirlerini anlıyorlar. Arkeoloji sevgilerini babalarından almış olmalarının yanı sıra ikisi de duygularını ifade etmekte zorlanan, donuk ve soğuk görünümlü, ‘İngiliz ruhu’ taşıyan insanlar… Filmin de bir bütün olarak aynı ‘ruhu’ yansıttığı söylenebilir… Ama yönetmen Simon Stone’un, iki karakteri yalnız başlarına höyüklerin yanında gösterdiği çekimlerden başlayarak söz konusu ruhun hüzünlü yanlarına odaklandığı kesin. ‘The Dig’de James Ivory’nin ‘Günden Kalanlar’ (The Remains of the Day-1993) filmini hatırlatan kesif bir ‘İngiliz hüznü’ var. Derin düşüncelerle dolu, duyarlı ve hayatta birçok treni kaçırmış iki ana karakterin filmi bu…
Edith Pretty eğitimini tamamlayamamış, yıllarca hasta babasına bakmış, oğlu Robert (Archie Barnes) doğduktan sonra eşini kaybetmiş, genç yaşta müzmin hastalıklarla boğuşan talihsiz bir kadın…
Basil Brown ise 12 yaşında ekonomik nedenlerden ötürü okulu bırakmak zorunda kalmış ve kendi kendini yetiştirmiş biri… Kazı alanında, en az eğitimli bir arkeolog kadar bilimsel yöntemlerle çalıştığını; tarih bilgisinin yabana atılamayacak kadar iyi olduğunu görüyoruz. Ne var ki, diplomasız bir arkeolog olmasının hayatı boyunca onu belirli sınırlar içinde tutacağı besbelli… Kibar ve anlayışlı eşi May’e (Monica Dolan) saygı duyması ama öte yandan gönderdiği mektupları günlerce açmaması, sevgisiz bir evliliğe işaret... İlerleyen bölümlerde amatör astronomluğuna, kitaplarına olan tutkusuna ve Edith’in küçük oğlu Robert ile çok iyi anlaşmasına tanık oluyoruz. Robert’a olan ilgisi, evlat sahibi olma özlemini de akla getiriyor hiç kuşkusuz…
Höyüklerin altında yatan gizemler, Edith ve Basil için belli ki ruhlarındaki boşluğu doldurmanın yollarından biri… Öte yandan, bir süre sonra toprağın altından öyle şeyler çıkmaya başlıyor ki kazı, tahmin etmedikleri ölçüde büyüyor ve İngiliz devletinin dahil olmasıyla her ikisi de kritik tercihlerle yüz yüze geliyor. Ama ‘The Dig’in ‘Devlet, Edith Pretty ve Basil Brown’a karşı!’ gibi bir eksenden geliştiği söylenemez… Bu noktada film, tarihsel verilerden sapmıyor ve kişiler ya da kurumlar arasındaki abartılı, gerçek dışı çatışmalardan uzak duruyor. Bunun yerine yüzleri güldüren coşkulu kazı sürecinin ve yaklaşan İkinci Dünya Savaşı’nın karakterler üzerindeki etkilerine odaklanıyor…
Bir yanda, geçmişe dair çok önemli keşifler yapmanın, tarihe geçecek olmanın heyecanını; diğer yanda ise savaşla gelecek büyük can kayıplarının kaygısını hissediyoruz. Bunlara Edith’in giderek ilerleyen hastalığı ve oğlu Robert’ın kaygılarını eklediğinizde, filmdeki hüzün duygusu artıyor. Ama ‘The Dig’ son bölümlerinde olumlu duygulara odaklanan ve ‘karalar bağlamak’tan özellikle kaçınan bir film… Bunu daha çok arkeoloji sevgisiyle yapıyor. Sözgelimi, küçük Robert üzerinden baktığımızda, arkeoloji, fantezi alemine ve inanılmaz hikâyelere açılan bir dünyadan farksız. Basil Brown’ın yaklaşımıyla arkeoloji, ölülerle yaşayanlar arasında kurulan bağ olarak insanlık adına bir çeşit sürekliliği ifade ediyor.
Başarılı bir tiyatro yönetmenliği kariyerinin ardından ilk kez ‘The Daughter’ (2015) ile kameranın arkasına geçen 1985 doğumlu Simon Stone’un karakterler kadar ‘resimleri’yle akılda kalan bir işe imza attığını belirtelim. Stone görüntü yönetmeni Mike Eley ile birlikte ‘The Dig’i açık alanlarda geçen, hüzünlü İngiliz manzaralarıyla dolu bir film olarak tasarladığı açık... Göz alabildiğine uzanan çayırların, ufuk çizgisinde bulutlu gökyüzüyle buluştuğu çekimler ve ıssızlığın ortasındaki düşünceli insanlar, yer yer Terrence Malick’in ilk dönem filmlerini de aklıma getirdi.
‘The Dig’in ağır tempolu ve durağan bir film olduğunu söylemem gerek… Çarpıcı, sürükleyici bir hikâye akışından da söz edemem belki ama seyirciyi içine alan inandırıcı ve gerçekçi bir dünya kurduğunu düşünüyorum.
Simon Stone, ses kuşağı ile görüntüleri birbirinden ayırdığı çekimleri ve bazen bizi bir sonraki sahneye bağlayan ‘flash-forward’ kesmeleriyle kurguda yer yer kreatif bir iş koyuyor ortaya. Temponun yavaşlığını bozmadan, karakterlerin iç dünyasına odaklanmamızı sağlayan trükler bunlar… Karakterlerin diyalogları sırasında bastırılan ve konuşulamayan duyguları da hissettiriyor bize. İkibinli yıllarda ‘Pride and Prejudice’ ve ‘Atonement’ ile İngiliz dönem filmlerine daha dinamik bir hava getiren Joe Wright’ın tarzından uzak duran Simon Stone’un James Ivory ile Avrupa sinemasını akla getiren üslubunu sevdiğim kesin: ama senaryoda beni rahatsız eden bir noktadan söz etmem gerek.
Savaşın getireceği ölümlerin karanlığı ile arkeolojinin geçmişi aydınlatması arasında tematik bir kontrast kuran yönetmen Simon Stone, tüm bu süreçte daha açık ve net bir ruhsal değişim hikâyesi anlatmak için filmin ikinci yarısında Peggy Piggott (Lily James) karakterine odaklanıyor. O ve eşi Stuart’ın (Ben Chaplin) yaşadığı iç aydınlanma ve aldıkları cesur kararlar, kazı süreciyle savaş kaygısının bir sonucu olarak yansıtılıyor. Ama bu yaklaşım, bence filmin dramatik dengelerini bozuyor ve Edith Pretty ile Basil Brown gibi iki ana karakteri geri planda bırakıyor. Yeri gelmişken, kazılara kendini ispat etmiş diplomalı bir arkeolog olarak katılmasına rağmen Peggy Piggott’un hikâye gereği tecrübesiz biri olarak yansıtılmasının eleştirilere neden olduğunu belirtelim.
Filmin tarihsel verilerle uyumsuz olduğu başka noktalar da var. Sözgelimi, Edith Pretty, Carey Mulligan gibi 30’larında değil 50’li yaşlarında… Cambridge’den gelen Charles Phillips de aslında filmdeki gibi 60’larında değil 30’larının sonunda bir arkeolog… Savaşa gidecek İngiliz pilot olarak öyküye dahil olan ve kazı sürecini fotoğraflayan Edith’in kuzeni Rory Lomax’ın (Johnny Flynn) hayali bir karakter olduğunu da ekleyelim. Açıkçası, klişe bir aşk öyküsü uğruna yapılan Peggy Piggott değişikliği dışında diğerlerinin beni rahatsız etmediğini söyleyebilirim.
Böylesine karakter ağırlıklı bir filmde kuşkusuz her şey oyunculukların kalitesine bağlı... Filmde kısa süreler alan Monica Dolan gibi oyuncular dahil olmak üzere tüm kadro üstüne düşeni fazlasıyla yapıyor. Carey Mulligan, Lily James, Ben Chaplin ve Ken Stott gayet iyiler… Robert’da Archie Barnes da boyundan büyük bir performans sergiliyor.
Ayrı bir paragrafı hak eden Ralph Fiennes ise duyguları gösterme derdine girmeden, şov yapmadan karakteri içinde hissederek nerdeyse bir oyunculuk dersi veriyor ve filmin duygusuna çok şey katmayı başarıyor.
‘The Dig’ büyük iddiaları olmayan, sade bir film… Oyuncuları, sinema duygusu ve kurduğu sahici, gerçekçi dünyasıyla övgüyü hak ediyor. Netflix’te seyredebilirsiniz.
7/10