Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Filmlerde iyilerin karşısına çıkan her tür kötü insana alışığız… ‘I Care a Lot’da karşımıza çıkan Marla Grayson’ın (Rosamund Pike) da çok şaşırtıcı bir karakter olduğu söylenemez. Sadece filmlerde değil, gerçek hayatta da vicdandan, temel ahlaki değerlerden nasiplenmemiş çok insan tanıyoruz. Marla onlardan sadece biri…

        Marla’ya ister psikopat ister sosyopat diyelim. Sonuçta, kötü ve acımasız olduğunun farkında. Üstelik güçlü ve çok cesur… Bütün öykü, onun kolay pes etmeyen, çok dişli ve mücadeleci bir insan olması üzerinden gelişiyor zaten... Ayrıca pişkin ve yüzsüz. Kaybetmeyi asla kabul etmiyor. Ama yine de kötülüğün her haline alışkın günümüz sinema seyircisi için şaşırtıcı biri değil.

        Asıl şaşırtıcı ve asap bozucu olan, yasaların desteğini almış olması… Film ABD’de ne tür bir etki yaratır kestirmek zor ama Marla Grayson gibi birinin korkusuzca ve hiç kimseyi umursamadan ‘devlet desteği’ ile suç işlemesine vesile olan benzer yasaların geçerli olduğu bir ülkede yaşlanmak korkutucu…

        ABD yasalarına göre, mahkemeler hayatını idame ettiremeyecek kişilere ‘profesyonel vasi’ atadığında, o insanın bütün mal varlığı ve maddi gelirlerinin kontrolü, Marla gibi birinin eline geçebiliyor. Aynı vasi, polis desteğiyle bir insanı evinden alıp istediği bakımevine yatırabiliyor ve ölene kadar onunla ilgili bütün önemli kararları tek başına alıyor. Öyle bir yasal sistem var ki, filmdeki Jennifer Peterson (Dianne Wiest) gibi aklı başında sağlıklı bir insan dahi bütün temel hak ve hürriyetlerini bir anda kaybedebiliyor. Dahası, mahkemeler bazı vakalarda yaşlıların vesayetini kendi öz evlatlarının itirazına rağmen başka birisine verebiliyor. Ki filmde annesinin kararına saygı duyarak onu bakımevine yerleştirmek istemeyen bir adamın (Macon Blair), yargıç tarafından tümden devreden çıkarıldığını, hatta annesiyle görüşmesine izin verilmediğine tanık oluyoruz.

        REKLAM

        Sonuçta, her şey bir doktor raporu ve yargıcın vereceği karara bağlı… Ondan sonrası vasilerin insafına kalıyor. Film, Marla gibilerin kurduğu çirkin tezgâhın nasıl işlediği hakkında net bir fikir veriyor. Amos (Alicia Witt) gibi doktorlardan başlayıp cezaevi gibi işleyen bakımevlerine kadar uzanan, herkesin komisyonunu aldığı bir çıkar ağı söz konusu… Filmi yazan ve yöneten J Blakeson, sürekli Marla lehine kararlar alan yargıcı (Isiah Whitlock Jr.) ‘fazla saf’ biri olarak göstermekle yetiniyor ama bir sahnede ‘saadet zinciri’nin adalet mekanizmasına kadar uzanabileceğini de hissettiriyor…

        Filmi seyrederken her şeyin abartıldığını, raporu yazan doktorun, her koşulda vasiyi destekleyen yargıcın ve para için her şeyi yapmaya hazır bakımevinin hayal ürünü olduğunu düşünebilirsiniz. Kuşkusuz ‘I Care a Lot’ baştan sona kurmaca ve elbette abartılı bir film… Ama biraz araştırma yapıp gazete haberlerini karıştırdığınızda, ABD’de benzer sorunların yıllardır yaşandığını, filme esin kaynağı olan ve medyaya yansıyan birçok olay olduğunu görmeniz mümkün.

        Üstelik tüm bunlara rağmen, vasileri denetlemeye yönelik yasal mekanizmalar henüz ülke genelinde yaygınlaşmış değil. Birçok eyalette vasiler, filmdeki Marla karakteri gibi yargıçlardan aldığı destekle istedikleri gibi davranma şansına sahip... Olayı ülkenin gündemine taşımak isteyenlerin en çok yakındığı konu, devletin çözüm konusundaki duyarsızlığı... ‘I Care a Lot’ filminin sadece bir başlangıç olmasını, ‘yaşlılara taciz’ adını verdikleri uygulamanın ABD genelinde kamuoyu oluşturmasını ve gerekli önlemlerin bir an önce alınmasını isteyen çok kişi var.

        Ama İngiliz yönetmen J Blakeson’ın yegâne amacı, kamuoyu oluşturmak değil hiç kuşkusuz. Öncelikli hedefi, seyircinin nefes nefese izleyeceği bir filme imza atmak… ‘The Disappearance of Alice Creed’ (2009) ve ‘The 5th Wave’ (2016) gibi filmleriyle tanınan J Blakeson, Marc Canham’ın elektronik tınıların ağırlıkta olduğu müziğinin ve Mark Eckersley’in dinamik, sürükleyici kurgusunun desteğiyle sonuna kadar neler olacak diye merakla izlediğimiz stilize bir filmle geliyor karşımıza… Doug Emmett’in görüntüleri ise gerçekçi ve sade… Ama Marla’nın spor salonunda egzersiz bisikletinin pedallarını çevirirken tanık olduğumuz hırslı ve kararlı görüntüsü, filmin birkaç kez tekrar eden güçlü imajlarından biri.

        REKLAM

        ‘I Care a Lot’ sınır tanımayan hırs ve açgözlülük üzerine bir film… Ama baştan söyleyelim, belirli bir sosyal soruna odaklı gerçekçi filmlerden değil… İlk sahneleri itibarıyla hukuk mücadelesine ağırlık veren ve konuyu tartışmaya açan bir mahkeme salonu gerilimi bekleyenler şaşırabilir. Bunların yerine, biraz Güney Kore filmlerini hatırlatan, her şeyiyle abartılı bir suç dramı seyrediyoruz… Gerçekçi zeminde başlayan film, inandırıcılık açısından kontrolünü giderek kaybeden ve yokuş aşağı inen bir otomobili andırıyor. Ki filmde böyle bir sahne var ve oradan sonra öykü gerçekten kontrolden çıkıyor. ‘Acaba ne zaman belasını bulacak, cezasını nasıl çekecek?’ diye dört gözle beklediğimiz arlanmaz uslanmaz Marla’nın cesareti ve inadı filmi öylesine farklı yönde geliştiriyor ki ‘I Care a Lot’, son 35 dakikasında hiç beklemediğimiz yerlere doğru gidiyor. Özellikle Marla’nın azmini simgeleyen, ‘kırılan dişin tekrar yerine takılması’ ayrıntısı hayli dikkat çekici.

        J Blakeson’ın son bölümde bu ve benzeri sahnelerde seyircilerin beklentileriyle bile isteye, muzipçe oynadığı açık… Öte yandan, ‘Taxi Driver’da (1976) olduğu gibi seyircinin hiç alışık olmadığı türde, ana karakterin sapkın ve olumsuz amacına odaklanan rahatsız edici bir ‘dramatik denklem’ kurduğunu görüyoruz. Marla’nın giderek daha da kötüleşmesi, belki asap bozucu ama sonuçta, filmin başka ana karakteri yok… Yani, en baştan sonuna kadar her şeyi onun cephesinden izliyoruz. Kuşkusuz kurbanlar ve mağdurlar var ama geri plandalar. Marla’nın odasındaki birer fotoğraftan ibaretler.

        Ön planda ise ‘kirli para ile kara para’nın mücadelesi, yani kötüler arasında bir çatışma seyrediyoruz. Ama J Blakeson tarafsız kalmamızı istemiyor… Her koşulda Marla’nın kaybedip cezalandırılmasını arzulamamızı sağlıyor ve az önce dediğim gibi bu beklentimizle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. İşte tam da bu nedenle filmi çok sevmedim. İlahi adaletin tecellisi veya bir karakteri cezalandırmak-cezalandırmamak gibi tercihlerden ziyade asıl önemli olan, kötülüğe zemin hazırlayan sistemi ya da kötülüğün doğasını anlamaya çalışmaktır. Burada sistemin nasıl çalıştığını görüyoruz. Ama doktor, yargıç ve bakım evi çalışanları son derece yüzeysel karakterler. Hepsi ahlaki çatışmalardan muaf tutuluyor ve Marla’nın sıradan işbirlikçileri olarak çiziliyorlar.

        Marla’nın kendisi ise abartılı ve şeytansı bir figür… Geçmişi hakkında pek bilgimiz yok. Erkeklerden nefret ettiğini, kaba kuvvetin onu daha da öfkelendirdiğini, sosyopat olarak nitelediği annesini hiç sevmediğini biliyoruz sadece… Tek sevdiği ve üstüne titrediği kişi hayatını paylaştığı Fran (Eiza González)… Üstelik o da merhametsiz biri. Aralarındaki tek fark, Fran’in biraz daha sakınımlı ve gözü tok olması. Ki onun da Marla’nın kararları üzerinde pek etkisi yok. Marla–Fran ilişkisi ve kara paranın paylaşımı üzerinden baktığımızda Wachowski kardeşlerin ‘Bound’unu (1996) hatırlamak olası ama buradaki karakterlerle duygusal bağ kurmak imkânsız. Üstelik mizah duygusu da zayıf.

        J Blakeson’ın Roman Lunyov rolündeki Peter Dinklage’in kayda değer katkısıyla filmi kara komediye çekmeye çalıştığı kesin ama özellikle Marla için işler yolunda gittikçe sinir kahkahaları atabiliyorsunuz ancak... Kara komedide mizah genelde rahatlatıcıdır, burada ise galiba biraz asap bozucu...

        Filmin başarılı olduğu nokta, belirli bir noktadan sonra ‘kurt–kuzu’ benzetmesiyle acımasız, rekabetçi kapitalizm eleştirisine varması… J Blakeson, özellikle finale doğru ahlaksız kazancın yüceltildiği bir dünyada yaşadığımızın altını çiziyor ve ilahi adaletten başka güvenecek hiçbir şeyimizin kalmadığını ima ediyor sanki...

        Filmdeki performansıyla Altın Küre’lerde komedi kategorisinde en iyi kadın oyuncu ödülüne aday gösterilen Rosamund Pike’ın oyunculuk kalitesini önceki filmlerinden biliyoruz. Burada da ilk sahnelerden itibaren filme çok şey katıyor ama Marla hedefine kilitlenmiş, iç çelişkileri olmayan düz bir karakter. Böylesine çelişkisiz, kararlı bir karakteri oynamak bence Pike’ın oyununu tekdüzeleştiriyor.

        Rahat seyredilen, akıcı bir film olması itibarıyla herkese önerebilirim ama çok beğendiğimi söyleyemem. Prömiyerini geçtiğimiz Toronto Film Festivali’nde yapan ‘I Care a Lot’ı Netflix’te seyredebilirsiniz.

        6.5/10

        Diğer Yazılar