Hikâye değil ama karakterler şahane
Pandemi olmasaydı 2020 yılının mayıs ayında tüm dünyada gösterime girecekti ‘Black Widow’. Peş peşe gelen ertelemelerin ardından nihayet sinema salonlarında gösterime girdi ve hasret bitti.
Black Widow diye bilinen Natasha Romanoff, 2010 tarihli ‘Iron Man 2’den bu yana Marvel Sinema Evreni’nin en sevdiğim kahramanlarından biridir. Maskülen egoların çok yüksek olduğu, kibirden geçilmeyen süper kahramanlar dünyasının sahici ve samimi karakterleri arasında yer alır. Olağanüstü dövüş becerilerini, inanılmaz cesaretini ve atletik yeteneklerini bir yana bırakırsanız doğaüstü güçleri yoktur. Avengers tayfasının en olgun karakterlerinden biridir.
Filmlerde Avengers erkeklerinin süper kahraman bile olsalar ergenlik zaaflarından tam olarak kurtulamadığı çok an olur. Black Widow’a ve sezgilerine ise nedense hep güvenirsiniz. Çözüm odaklı ve özverili biridir. Herkes mükemmel kahraman olmaya çalışırken o sadece iyi bir takım oyuncusu olmak ister.
Scarlett Johansson’un da katkısıyla tüm bunların gerisinde acılarla dolu bir geçmiş yattığını sezersiniz. Avengers’ın diğer üyelerine oranla daha ‘görmüş geçirmiş’ biridir. Devlet ve iktidarla arasına mesafe koyması, kuşkusuz tetikçi olarak geçirdiği yıllara bir tepkidir. Öte yandan, öfkeli ve duygusaldır.
Adını taşıyan ilk solo filminden kendi adıma beklentim, tüm bunların gerisinde yatan hikâyeyi anlatmasıydı hiç kuşkusuz. Ne var ki, öyküsünü Jac Schaeffer ve Ned Benson’ın; senaryosunu ise ‘Thor: Ragnarok’ ile tanıdığımız Eric Pearson’un yazdığı ‘Black Widow’, alışıldık anlamda bir ‘origin story’ değil. Diğer bir deyişle, karakterin kahramana dönüşüm sürecini anlatmıyor. Aslında başlangıçta niyet oymuş ama Scarlett Johansson’un da isteğiyle Marvel Sinematik Evreni’nde ‘Captain America: Civil War’ (2016) ile ‘Avengers: Infinity War’ (2018) arasında kalan zaman kesitinde Natasha Romanoff’un yaşadıklarına odaklanan bir hikâyede karar kılınmış.
Öte yandan, karakterin geçmişiyle ilgili çok fazla şey öğrendiğimiz, yaşam öyküsünü zihnimizde aşağı yukarı şekillendirebildiğimiz bir film bekliyor bizi. Tam da bu nedenle, ‘Black Widow’dan hayal kırıklığıyla ayrılmadığımı söyleyebilirim.
Sonuçta, Iron Man, Thor, Captain America, Hulk gibi süper kahramanların dahi yakayı paçayı dağıtıp bunalıma girdiği ortamlarda Natasha’nın nasıl olup da hep sağlam durduğunun ip uçlarına ulaşıyor ve ‘Avengers: Endgame’de gösterdiği o özverinin gerisinde yatan nedenleri anlıyoruz.
Her şey 1995 yılında, Ohio’da, orman kenarındaki bir Amerikan banliyö evinde başlıyor. Sakin, huzur verici, insanın içini ısıtan çocukluk hatıralarının duygusuyla açılan film, dakikalar ilerledikçe Küba’da sona eren sıkı bir kaçma kovalamaca aksiyonuna dönüşüyor ve biz, Natasha’nın ABD’de yaşayan Rus casusları Melina Vostokoff (Rachel Weisz) ile Alexei Shostakov’un (David Harbour) iki küçük kızından biri olduğunu anlıyoruz. Natasha’nın, bu kaçışın ilk anlarında babasının kullandığı aracın camından, geride bıraktıklarına, sözgelimi ışıklı sahada oynanan beyzbol maçına özlemle, hüzünle baktığını görüyor ve bunu ilk kez yaşamadığını anlıyoruz. Küba’daki havaalanında sadece filmin kötü adamı Dreykov’u (Ray Winstone) tanımıyoruz. Natasha’nın daha o yaşta feleğin çemberinden geçtiğini ve otoriteye asla güvenmeyen kızgın bir çocuk olduğunu görüyoruz.
Think Up Anger grubunun, 90’lı yılları akla getiren Nirvana klasiği ‘Smells Like Teen Spirit’i yeniden yorumladığı şarkı eşliğinde akan video klip tadındaki jenerik ise Natasha ve 6 yaşındaki kız kardeşi Yelena’nın ne tür bir organizasyon için devşirildiğini gösteriyor bize. Bu arada, Dreykov’un ’her devrin adamı’ olarak her zaman ayakta kaldığını da görüyoruz. Jenerik bittiğinde ise 21 yıl sonrasına ‘Captain America: Civil War’ filminin bittiği yere, yani ABD hükümetinden Thaddeus Ross’un (William Hurt) özel tim eşliğinde Natasha’nın peşine düştüğü günlere geçiyoruz.
Asıl hikâye, Fas’taki operasyon sırasında tetikçi Yelena Belova’nın (Florence Pugh) bütün hayatını değiştiren bir olay yaşamasıyla şekilleniyor. Hemen sonrasında ise 21 yıl önce Küba’daki havaalanında Dreykov’un birbirlerinden kopardığı ‘çekirdek aile’nin yeniden buluşmasına doğru ilerleyen bir intikam öyküsü başlıyor.
Açıkçası, ana hikâyenin öyle çok parlak, özgün ve ilgiye değer olduğunu söyleyemem. Senaryo yazılırken akıllarda öncelikle ‘Soğuk Savaş casusluk gerilimleri’nin olduğu kesin. ‘Jason Bourne’ serisi tarzında ‘özel katil yetiştirme programları’nı ele alan ve ‘zihin kontrol’ temasını işleyen ‘The Manchurian Candidate’ (1962) gibi filmler geliyor akla. Filmin bir sahnesinde açıkça gönderme yapılan 1979 tarihli James Bond filmi ‘Ay Harekatı’ (Moonraker) ile finale doğru bazı bağlar kurabiliyorsunuz.
Bana sorarsanız, filmin en sağlam damarı, hikâye örgüsünden ziyade dört kişilik ‘sahte aile’nin arasındaki ilişkilerde yatıyor. Aslında sadece ilişkiler değil. Dört karakterin dördünün de gayet iyi yazıldığını düşünüyorum. ‘Stranger Things’ ile tanınan David Harbour’un canlandırdığı Alexei Shostakov / Red Guardian mesela… Captain America’ya rakip bir Sovyet süper kahramanı olmayı hayal ederken kendini Ohio’da sıradan bir Rus casusu ve ‘iki kız babası orta sınıf bir Amerikalı’ olarak bulan Red Guardian, bence filmin en eğlenceli karakteri… Yeri gelmişken filmin özellikle aile sahnelerinde buruk ve ince bir mizah duygusuna sahip olduğunu belirtelim. Çünkü yıllar önce Dreykov’un örgütünden kaçan ve Avengers’a katılarak hayatını kurtaran Natasha dışında üçünün de psikolojik anlamda, gerçek birer enkaz olduğunu söylemek mümkün. Red Guardian sahte anılara tutunarak ömrünün çoğunu cezaevinde geçirmiş, potansiyelini asla kullanamamış bir süper kahraman… Teknoloji dehası Melina Vostokoff, teşkilat içinde hangi konumda olursa olsun son tahlilde ‘domuz bakıcılığı’ yapan bir münzevi… İçlerinde en öfkelileri ise Yelena. Nasıl olmasın ki? Annesi, babası, ablası, çocukluğu elinden alındıktan sonra katil olarak yetiştirilmiş, hayatının ve zihninin kontrolünü kaybetmiş biri. Ablası tüm dünyanın tanıdığı bir Avenger olarak dergi kapaklarına poz verirken o hayatının çoğunu uzaktan kumandalı bir asker gibi geçirmiş. İşte bu yüzden, ilk karşılaşmalarından itibaren Natasha’ya olan öfkesini hiç saklamıyor. Gördüğünde ona öyle bir saldırıyor ki, filmin en iyi yakın dövüş sahnelerinden birini seyrediyoruz. Tam da burada Natasha’nın ‘Avengers’ ailesiyle çok sorunlu bir dönemden geçtiğini unutmamak gerek.
Özetle, onları tanıdıkça, hayatın üstlerinden silindir gibi geçtiğini anlıyorsunuz. Genç Yelena hariç, hepsinin kırılgan, zayıf yanlarını bastırmayı öğrendikleri belli. Natasha dahil hiçbirinin geleceğe dair beklentileri ve umutlarının olmaması, onlara tam anlamıyla deli cesareti veriyor. Belki de bu yüzden, bir arada oldukları tüm sahnelerde mizah ve hüzün iyi çalışıyor.
Filmdeki diyalog ağırlıklı sahnelerin tümünü beğendiğimi söyleyebilirim. Zaten Marvel sırf bu yüzden son yıllarda bağımsız sinema geleneğinden gelen, festivallerde adını duyuran Cate Shortland gibi yönetmenlerle çalışmayı ihmal etmiyor. Çünkü seyircilerin sadece aksiyon ve özel efekt değil, duygusal olarak kendilerini yakın hissedecekleri sahici karakterler görmek istediğinin farkındalar.
Aksiyon sahneleri, hazırlık aşamasından başlayarak yönetmenin orkestra şefliği yaptığı uzun ve zahmetli bir ekip çalışmasının ürünü. Son nokta, post-prodüksiyon aşamasında konuluyor. Demek istediğim, aksiyonda hiçbir tecrübesi olmayan yönetmenlere hizmet veren bir uzmanlar ordusu bütün açıkları kapatmaya hazır bekliyor. Ama dramatik sahnelerin çekiminde öncelikle iyi bir senaryoya ve yönetmene ihtiyacınız var. Çünkü filmin ‘duygusal belkemiği’ özel efektler değil, karakterler… Ve onları bilgisayarla şekillendirmeniz mümkün değil.
Ayrıca, aksiyon ağırlıklı süper kahraman filmlerinin hikâyesinde hedefi hep 12’den vurmanız zor. Aksiyon filmleri öncelikle belirli klişeler üzerine şekilleniyor ve o klişelerle şahane bir hikâye yakalamak açıkçası her zaman mümkün olmuyor. İşte bu yüzden Marvel son yıllarda karakterlere büyük önem veriyor.
‘Berlin Syndrome’ ile tanıdığımız Avustralyalı yönetmen Cate Shortland, kendisine güvenen Marvel yöneticilerinin yüzünü kara çıkarmıyor. Dört karakterin duygu dünyasını filmin tam merkezine yerleştiriyor. Aralarındaki dramatik çatışmalarda, duygusal ilişkilerde tatmin edici, sağlam iş çıkarıyor.
Aksiyon sahnelerinde ise önceki Marvel filmlerinin gerisinde kaldığı söylenemez. Özellikle son bölümde havada geçen serbest düşüş sahnesi gayet başarılı. Sadece teknik anlamdaki başarısından ya da verdiği görsel keyiften söz etmiyorum. Yelena ve Natasha için kilit bir sahne bu ve hayli duygusal anlar içeriyor. Red Guardian’ı eski ve ağır bir Rus helikopteriyle cezaevinden kaçırmaya çalışmaları da keyifle izleniyor.
Budapeşte’de gündüz vakti tarihi şehrin sokaklarında, caddelerinde geçen takip sahnelerinin olağanüstü bir yanı yok belki ama yeterince iyi çekildikleri kesin. Cate Shortland, özellikle dövüş sahnelerinde üslup olarak değil ama duygu olarak ‘Atomic Blonde’ (2017) filmini akla getiriyor. Aynı şekilde, filmi çekerken Luc Besson’un ‘Nikita’sının da ister istemez aklının bir köşesinde olduğunu düşünüyorum. Fas’taki sekansta ise ‘Kill Bill’in animasyon bölümlerini anımsadığımı söyleyebilirim. Shortland, senaryo gereği farklı ülkelerde farklı görsel atmosferlerde geçen ve farklı filmleri hatırlatan sahneleri bir araya getirirken dramatik bütünlüğü dört karakterle sağlıyor. Belki de bu yüzden filmin ayırt edici bir görsel kimliği yok. Bunu Shortland’in türdeki tecrübesizliğine bağlamak mümkün ama bilinçli bir tercih olduğu düşünülebilir.
Dreykov’un karanlık işlerinin insanlara verdiği zararlar üzerinden ilerleyen hikâyeyi çok önemsemediğimi daha önce söyledim. Dreykov, Marvel’ın diğer karizmatik kötülerinin yanında bence biraz zayıf kalıyor; ama olay örgüsü ve gelişim açısından baktığımda senaryo teknik olarak iyi. Özellikle, domuz çiftliğinde bir anda Yelena ile Red Guardian’ın bakış açısına geçerek sonraki sahnelerde olup bitenleri onların cephesinden tanık olmamızın filmin finaline heyecan getiren hoş bir numara olduğunu düşünüyorum.
‘Black Widow’un son tahlilde artıları ağır basan bir film olmasının en önemli nedenlerinden biri Cate Shortland’in aksiyon sahneleri ile karakterlerin duyguları arasında güçlü bağlar kurması. Aksiyon janrında en çok önem verdiğim noktalardan biridir bu. Filmdeki aksiyon sahnelerinin çoğu, aile bağlarındaki kırılma noktalarını içeriyor.
Oyuncuların performansını da unutmamak gerekiyor. Black Widow’un bu kadar sevilen bir karakter olmasında Scarlett Johansson’un star kimliği kadar oyunculuğunun da katkısı azımsanamaz. Öykünün kilit karakteri Yelena’da Florence Pugh, en kırılgan ve agresif karakter olarak mükemmel iş çıkarıyor. Ablasının meşhur pozunu taklit ettiği sahne başta olmak üzere karakterin sinik alaycılığını, kıskançlığını incelikle yansıtıyor. David Harbour, süper kahramanlığın tadını bir türlü çıkaramayan Red Guardian’ın Kaptan Amerika kompleksini çok eğlenceli kılmasını başarıyor. Senaryo gereği duygularını saklayan bir karakteri canlandıran Rachel Weisz de üstüne düşeni yapıyor. Bu arada, sürpriz bir rolde karşımıza çıkan Olga Kurylenko ile tedarikçi karakterindeki İngiliz oyuncu O-T Fagbenle’yi de unutmayalım.
Özetle, sinema salonunda gösterişli, eğlenceli ve heyecanlı bir Marvel aksiyonu seyretmeyi özleyen herkese öneririm.
7/10