Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        ‘Sir Gawain and the Green Knight’, 14. Yüzyıl’dan kalma, yazarı bilinmeyen şiir formunda bir hikâye... Sadece İngiliz edebiyatının o dönemdeki en önemli eserlerinden biri değil. Her çağda, akademisyenlerin yeniden ele aldığı, üzerinde çalıştığı ve yeniden yorumladığı bir klasik...

        O dönemden kalma birçok şövalye hikâyesi gibi ‘Sir Gawain and the Green Knight’ın da daha önce birkaç kez sinemaya uyarlandığını görmek mümkün. David Lowery’nin imzasını taşıyan ‘Yeşil Şövalye’ (The Green Knight) adlı yeni uyarlama ise sadece entelektüel derinliğiyle değil, anlatımı ve benzersiz görsel atmosferiyle de öne çıkıyor.

        Lowery’yi tanımayan, onun ‘A Ghost Story’ (2017), ‘The Old Man & the Gun’ (2018) gibi filmlerini seyretmeyen sinemaseverlere ‘The Green Knight’ın çağdaş aksiyon sinemasıyla pek bir ilişkisi olmadığını en baştan söylemek gerektiğine inanıyorum. Aslına bakarsanız, bildiğimiz tanıdığımız Amerikan sinemasıyla da çok ilgisi yok. ‘Yeşil Şövalye’, tarihi - fantezi - aksiyon filmi gibi pazarlanan büyük bütçeli bir ‘sanat filmi’…

        Buna karşılık, aksiyon severlerin de ilgisini çekecek ölçüde aşk, tutku ve macera içeren; yer yer bulmacalı – oyunlu filmleri andıran gizemli bir hikâyesi var. Ayrıca, içerdiği büyü unsurlarıyla fantezi türüne hayli yakın duruyor. Ortaçağ’dan kalma bütün şövalye romansları gibi içerdiği ‘ahlaki mesajı’ da unutmamak gerek.

        Sonuçta, bir büyüme ve olgunlaşma hikâyesi seyrediyoruz. Dev Patel’in canlandırdığı Sir Gawain, kralın (Sean Harris) ve kraliçenin (Katie Dickie) huzurunda, Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin de katıldığı Noel kutlaması sırasında gençlik ateşiyle bir cesaret gösterisi yapıyor. Birden ortaya çıkan korkutucu ve esrarengiz Yeşil Şövalye’ye meydan okuyor. Orada herkesin önünde sonuçları üzerinde hiç düşünmeden gösterdiği davranışlar alkış alıyor. Hatta kısa süre içinde her yerde anlatılan bir halk hikâyesine dönüşüyor.

        Öte yandan, herkes bunun henüz bitmeyen, yarım kalan bir hikâye olduğunun farkında. Çünkü kuralları baştan çizilen oyun gereği Sir Gawain’in, bir yıl sonra Noel’de yeniden Yeşil Şövalye’nin karşısına çıkması gerekiyor. Bu ikinci karşılaşmanın büyük ihtimal Gawain’in ölümüyle sonuçlanacak bir karşılaşma olduğunu herkes biliyor. Ne var ki, genç Gawain’in gidip kaderiyle yüzleşmekten başka hiçbir şansı yok. Yeşil Şövalye’nin ölümsüz biri olduğunu hesap etmeden kellesini uçurmuş olmasının, hayatına mal olabileceğinin bilincinde ama hiç korkmamış gibi davranmak zorunda. Çünkü kahramanlığın, şövalye kodlarının her şeyin üstünde olduğu, dünyevi hayatın aşağılandığı bir dönemde yaşıyor. Gitmezse korkak ilan edilip bütün saygınlığını kaybedecek birine dönüşeceği ortada. Kral da gitmesi gerektiğini söyleyince onun için başka hiçbir seçenek kalmıyor.

        Geçip giden bir yıl içinde kendisine uysalca boynunu uzatan bir adamın kellesini neden uçurduğunu sorguladığına hiç tanık olmuyoruz. Ama bu eyleminin gerisinde kahramanlık değil, korku olduğunu tahmin ediyoruz. Kaldı ki, Yeşil Şövalye’yle buluşmak üzere çıktığı yolculukta içten içe korktuğunu, henüz ölüme hazır olmadığını seziyoruz.

        Filmin büyük bölümü, Sir Gawain’in Yeşil Şapel’e doğru çıktığı yolculuk sırasında geçiyor. Yolculuk, Sir Gawain için kısa sürede bir çeşit ‘alacakaranlık kuşağı’na dönüşüyor. Yeşil Şövalye’yi fiziksel olarak göremesek de Sir Gawain ile ‘oynamaya’ ve onu sınamaya devam ettiğini hissediyoruz. Film bu yanıyla insanların kontrolü kaybettiği ve doğa üstü deneyimler yaşadığı ‘esrarengiz bölge’ öykülerini andırıyor.

        REKLAM

        Yolculuk her şeyiyle sona erdiğinde ise Sir Gawain’in dersini aldığını, hayatının geri kalanında bir daha asla aynı insan olamayacağını düşünüyoruz. Cesaretin, korkunun ve kahramanlığın gerçek anlamını kavradığı; geç de olsa kendi içindeki karanlıkla yüzleştiği bir macera yaşıyor. Ayrıca, iktidarın anlamını ve kadınlarla olan ilişkisini de sorguluyor. Hiç sorgulamadan kabul ettiği ‘babadan kalma maskülen değerler’ ile hareket ettiğinde hayatının varacağı çıkmazı görüyor. Yeşil Şövalye’ye ulaşmak için çıktığı yolculuk onun için bir değişim sürecine dönüşüyor. Yeri gelmişken, Dev Patel’in de bu değişim sürecini çok iyi canlandırdığını söyleyelim.

        ‘Yeşil Şövalye’, eleştirmenler için ‘sert ceviz’ denen türde, tüm anlamlarına vakıf olunması ve yorumlaması zor filmlerden. Kuşkusuz ‘cevizi kırma’yı ve tadına bakmayı İngiliz edebiyatı akademisyenlerine, özellikle de ‘Sir Gawain ve the Green Knight’ uzmanlarına bırakmak mümkün.

        Şatodaki Leydi karakterinin (Alica Vikander) Sir Gawain’e eski kitaplardan söz ederken bazı bölümlerini yeniden yazdığını söylemesi boşuna değil. Lowery burada kendi yaptığı işe referans veriyor. Çünkü orijinal hikâyeyi birçok noktada değiştiriyor, ekleme ve çıkarmalar yaparak yeniden yazıyor. Öyküye getirdiği yorumu tüm detaylarıyla analiz etmenin yolu da orijinal eserden saptığı yerleri tespit etmekten geçiyor.

        Sözgelimi, orijinal eserde Yeşil Şövalye’nin aniden ortaya çıkışının Sir Gawain’in annesinin (Sarita Choudhury) yaptığı bir büyü ya da kurduğu gizemli bir oyun olmasına dair açık bilgi yoktur. Oysa filmde annenin büyüsüyle Yeşil Şövalye’nin gelişi arasında daha en baştan paralel montajla açık bir bağ kuruluyor. Orijinal eserde ise finale doğru şatodaki gözleri bağlı yaşlı kadının yaptığı bir büyüden söz ediliyor.

        Sir Gawain’in alt sınıftan gelen sevgilisi Essen de filmi ayrıştıran bir karakter… Kaldı ki, Alicia Vikander’in hem Essen’i hem de şatodaki Leydi’yi canlandırması, Lowery’nin niyetini okumamızı sağlayan ayrıntılardan biri. Essen’in evlilikteki sınıf farklarına meydan okuduğu ve Gawain’in onu dinlediği sahne önemli. Sonuçta, Essen ve Leydi filmin anahtar karakterleri arasında.

        REKLAM

        Lowery’nin ‘Yeşil Şövalye’sinde kadınlar, güçlü karakterler olarak çıkıyor Sir Gawain’in karşısına. Sadece sözleri değil eylemleri, büyüleri ve oyunlarıyla onu olduğu kişiden başka birine dönüştürüyorlar. Bu arada, Lowery’nin yorumundan bağımsız olarak 14. Yüzyıl’daki orijinal metnin de kendi çağına göre feminist unsurlar taşıdığını belirtelim.

        Lowery’nin yaptığı değişikliklerle, orijinal metnin sahip olduğu değerleri daha çok ortaya çıkardığı söylenebilir. Çünkü Lowery’nin şiir formundaki hikâyenin alt metinlerinin hiçbirine kayıtsız kalmadığını, tam tersine tümü üzerine düşünüp yorumlar getirdiğini görmek mümkün. Sözgelimi, eser öncelikle Sir Gawain’in sınanması üzerine kuruludur. Kralın önünde ‘kendini en güvenli hissettiği yerde’ rakibinin kafasını uçuran Sir Gawain, evinden çok uzaklarda yabancı topraklarda, verdiği anlık kararın sonuçlarıyla yüzleşirken sadece gerçek cesaretin ne olduğunu anlamaz, zaaflarına ve zayıflıklarına karşı direnmeyi öğrenir. Lowery birçok değişiklik yapsa da bu temayı aynen koruyor.

        Lowery’nin, eşi gittikten sonra Leydi’nin Sir Gawain’i baştan çıkarmak için odasına girdiği sahneyi orijinalinin dışına çıkarak farklı şekilde yazması şüphesiz önemli. Orijinal eserde Leydi, Cennet’teki Şeytan gibidir; Sir Gawain’in bir şövalye olarak sınandığını, nefsine karşı koyma mücadelesi verdiğine tanık oluruz. Lowery’nin yorumunda ise Leydi, aynı baştan çıkarma eylemini Gawain’in erkekliğine meydan okuyarak zayıflıklarını ve korkularını açığa çıkararak yapar ve istediği sonucu alır. Böylelikle kadının şeytan gibi erkeği baştan çıkarmaya çalıştığı bölüm çok daha modern, feminist alt metinlere kadar uzanan bir film sahnesine dönüşür.

        Orijinal metinde, Sir Gawain, dönemin şövalye kodlarına uygun davranarak karşısına çıkan her sorunla baş etmeye çalışır, çeşitli sınavlardan geçerek ilerler. Lowery’nin ‘revizyonist’ yorumunda ise nerdeyse her aşamada içindeki korkularla, bencillik ve zaaflarla karşılaşır. Mükemmel bir masal kahramanı gibi değil, gerçek bir insan gibi çıkar karşımıza. Her insan gibi o da başarısızlığa uğrayarak öğrenir. Bütün bir Yeşil Şövalye öyküsünün sonunda iktidarın, gücün ve erkekliğin toksik etkisine kapılıp gittiğinde, zaman içinde ileri giderek kendisini nelerin beklediğini görür. Sonunda ölümü ve kaybetmeyi kabullenmenin iç rahatlığını keşfeder.

        REKLAM

        Lowery’nin yorumunda, bir insanın gerçek anlamını sorgulamadan öğrenip uygulamaya çalıştığı ilkelerle hiçbir yere varamayacağını anlıyoruz. Sessiz ve güçlü annenin amacı belli ki oğlunun içindeki zehirleyici erkeklikten kurtulması, bildiklerini sorgulaması... Yoksa o haliyle olgun bir insan olamayacağının farkında. Noel kutlaması sırasında kralın isteğine rağmen kendine dair hiçbir hikâye anlatamayacak olması aslında Sir Gawain’in en ciddi sorunu.

        Lowery’nin Hıristiyanlık öncesi Pagan değerleri öne çıkarırken kendini insanlık için feda eden İsa ve Meryem üzerinden Hıristiyanlığın özündeki saf değerleri düşündürmek istediği söylenebilir. Filmin, Essen’in Noel sabahına vurgu yaparak akşamdan kalma Sir Gawain’e ‘İsa doğdu!’ demesiyle açıldığını unutmamak gerek. Hıristiyanlık imgeleri hem görsel hem de alt metin olarak film boyunca sürekli karşımıza çıkıyor. Bir başka sahnede kralın görüntüsü İsa imgesini akla getiriyor.

        Özetle, Lowery’nin orijinal metin üzerinde yaptığı her değişiklik üstüne analizler yapmak mümkün. Başta akademisyenlerin bile yıllardır tam olarak üstünde anlaşamadığı Yeşil Şövalye metaforu olmak üzere eserdeki her sembolü yeniden ele alıp yorumluyor Lowery... Sözgelimi, Yeşil Şövalye’yi doğanın, Pagan değerlerin veya doğaüstü ilahi bir varlığın yansıması olarak görmemiz mümkün. Yeşil rengin filmdeki anlamı ve sembolize ettikleri konusunda ise filmin bir yerinde Leydi’nin yaptığı ‘yeşil renk analizleri’ne kulak vermemiz gerekiyor. Ona göre, yeşil hayatın, çürümenin ve ölümün, özetle doğanın simgesi. Leydi’nin Sir Gawain’e verdiği ‘koruyucu kuşak’ ise orijinal eserde olduğu gibi korku ve utancı temsil ediyor. Öte yandan kuşak filmdeki kullanımıyla ana ile bebek arasındaki kordonu akla getirmiyor değil. Bebeğin bu kuşağın kopmasıyla bağımsız bir varlık olduğunu düşündüğümüzde finalle bağ kurmak mümkün.

        Belki tek seyredişte ve orijinal metni iyice incelemeden tüm metaforların, değişikliklerin hakkını verip yorumlamam zor. Ama öte yandan analiz etmeden ve yorumlama çabasına girmeden de filmle duygusal ve güçlü bir ilişki kurduğumu söyleyebilirim. Mesela, finale doğru Sir Gawain ile Yeşil Şövalye’nin Yeşil Şapel’de karşılaştıkları sahne boyunca filmin ruhunu ve Lowery’nin getirdiği yorumun özünü dolaysız ve yalın şekilde içimizde hissediyoruz.

        Lowery’nin sadece senaryoyu yazarken değil filmi görsel ve işitsel olarak tasarlayıp çekerken de ince bir işçilik çıkardığını düşünüyorum. Görüntü yönetmeni Andrew Droz Palermo ile bence 2021’in en kayda değer sinematografi çalışmalarından biriyle geliyorlar karşımıza. 2.35:1 ve üstü geniş ekran formatları yerine 1.85:1’i tercih etmelerinin nedenlerini, filmi çağdaş aksiyon sinemasından ayrıştırmak, çerçevede yüksekliği öne çıkarmak ve hareket yerine karakterin psikolojisine odaklanmak olarak özetleyebiliriz… 1.33:1 gibi daha dar formatların giderek daha yaygın olarak kullanıldığı bir dönemde kuşkusuz filmin tek yeniliği bu format tercihi değil. Lowery ve Palermo asıl olarak, aydınlatma konusunda cesaretli bir işe imza atıyorlar. İç mekânlarda pencerelerdeki beyaz kış ışığına ve içerdeki kandil, şömine gibi cılız ışık kaynaklarına bağlı kalarak ya da öyle görünerek, bizi o döneme götürerek ‘gerçekçi bir loşlukta’ çekiyorlar filmi… İç mekânlarda karanlığın içinde titreşen sıcak sarı alevlerin karakterlerin yüzlerini tümüyle aydınlattığına pek şahit olmuyoruz. İç mekânda Dev Patel’in yüzünü çok iyi ışıklandırılmış olarak sadece kralın kılıcındaki yansıma sırasında görebiliyoruz. Gün ışığında çekilen dış mekân sahnelerinin aydınlık ve ferah olduğunu söylemek de zor. Lowery ve Palermo dış çekimlerde Rus ve İskandinav sinemasındaki kuzey ışığını yakalıyorlar. Birçok sahnede geçmişten kalma donuk ve koyu renkli eski tabloları hatırlatan bir iş çıkarıyorlar. Tuhaf olan, filmin afişindeki baskın sıcak sarı rengin finaldeki Yeşil Şövalye – Sir Gawain karşılaşmasından hemen önce sadece kısa süreliğine karşımıza çıkması. Doğa sahnelerindeki ağırlıklı renk paletinde ise koyu yeşil ve tonlarının öne çıktığı görülüyor.

        ‘Yeşil Şövalye’ karanlık duygusunun baskın olduğu bir film… İşte bu yüzden filmi sadece projeksiyon kalitesine sonuna kadar güvendiğiniz bir salonda seyretmenizi tavsiye ederim. Aksi halde ya işkenceye dönüşür ya da salondaki görevlilerle tartışarak filmi heba edebilirsiniz. Bugün Türkiye’deki en iyi sinema salonlarında dahi yetersiz projeksiyon kalitesiyle karşılaşmak gerçekten çok üzücü. Birçok filmde hissedilmeyen sorunlar ‘Yeşil Şövalye’ gibi ince görüntü işçiliğinde sahip filmlerde ortaya çıkabiliyor. Sinema salonu işletmeciliğinin evdeki küçük ekranlarla rekabet ettiği şu günlerde bu tür yetersizlikler mesleğe ihanet gibi geliyor bana… Şöyle bir dönemde büyük küçük bütün işletmecilerin projeksiyon kalitesi üzerine düşünmesi gerekiyor. Biraz sosyal medyayı takip etmeleri halinde bu tür hataların ne kadar çok insanı sinema salonlarından soğuttuğunu görebilirler.

        Lowery’nin ses kuşağına da en az görüntüler kadar baştan sona büyük bir özen gösterdiğini düşünüyorum. Filmde sadece bildik anlamda ‘ortam sesi’ yok. Daniel Hart’ın müziği efektler içeren kreatif bir ses tasarımıyla buluşuyor ve ‘Yeşil Şövalye’ye ayrı bir derinlik getiriyor. Öyle bir ses kuşağı var ki, filmin ağır temposunu nerdeyse meditatif bir deneyime dönüştürüyor, çok farklı bir seyir keyfi veriyor.

        David Lowery’nin yer yer uzun çekimler kullandığı, hızlı kurguya çok rağbet etmediği ‘Yeşil Şövalye’yi görsel işitsel bir deneyim olarak baştan sona beğenerek izledim. Lowery’nin her filmine kişisel damga vurmayı bilen bir yönetmen olduğu kesin. Özellikle Amerikan sinemasında çok nadir gördüğümüz bir ritim ve estetik duygusuna sahip. Çıplak kadın devlerin Sir Gawain’in önünden geçip gittiği vadi sahnesi başta olmak üzere filmdeki birçok imge, onu benim gözümde ‘ressam yönetmenler’den biri haline getiriyor. Günümüzde birçok anaakım sinemacı yüksek bütçeyle görüntüyü mükemmel hale getirebiliyor. Lowery ise bütçeden bağımsız olarak görüntüye anlam katmasını bilen yönetmenlerden. Yeşil Şövalye ile Sir Gawain’in filmin başında ve sonunda yaşadığı karşılaşmaları resimsel olarak karşılaştırmak dahi onun görsel güzellikten çok anlama odaklandığını açık bir kanıtı.

        ‘Yeşil Şövalye’ bence şimdiden 2021’in en iyi filmlerinden biri olmaya aday. Tüm sinemaseverlere öneririm.

        Sadece aksiyon filmi diye gitmek isteyenlerin ise farklı deneyimlere açık olmaları gerekiyor.

        8/10

        Diğer Yazılar