Sosyalist idealler ve baskıcı rejim
Eşitlik, sınıfsız toplum ve sosyal adalet üzerine kurulu sosyalizm, insanlık tarihinin belki de en güçlü ve anlamlı ütopyalarından biriydi.
Çarlık Rusya’nın yıkılmasıyla kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) 1917 – 1989 arasında deneyimlenen ‘reel sosyalizm’ süreci ise ne yazık ki bir ütopya gibi yaşanmadı. Tam tersine, Stalin’in otoriter liderliği sırasında bir baskı rejimine dönüştü. Stalin’in ölümünün ardından Kruşçev’in başa gelmesiyle özgürlük umutları canlandı ama değişen çok fazla şey olmadı.
Tüm bu süreçte, sosyalist ütopyaya inanan bazı devrimciler, SSCB ve onun etki alanındaki ülkelerdeki otoriter rejimleri hoş görmeye devam ettiler. Özgürlük mücadelesi veren halkları sindirmesi için faşist diktatörlere açıkça maddi destek veren ABD’ye karşı SSCB’yi ‘sosyalizmin kalesi’ olarak gördüler. Batı’ya iltica eden rejim muhaliflerinin yazdıklarını, anlattıklarını ya gericilik ya da ABD’nin anti-komünist propagandası olarak değerlendirdiler.
Peki, 2 Haziran 1962 yılında SSCB’nin Novoçerkassk şehrinde olup bitenleri 30 yıl sonra değil de hemen o günlerde öğrenselerdi, neler düşünürlerdi? Herhalde fikirlerini sorgulamak zorunda kalırlardı.
Yurt dışında SSCB’yi sosyalizmin kalesi olarak görenler bir yana, o gün orada yaşananlardan Sovyet halkı haberdar olsaydı neler olurdu? Yanıtı kestirmek gerçekten zor. Belki de rejim 1989’dan daha önce yıkılırdı.
‘Sevgili Yoldaşlar’ (Dorogie tovarishchi! – Dear Comrades!), Rusya’da ancak 1992 yılında konuşulmaya, tartışılmaya başlanan Novoçerkassk katliamını anlatan bir film. Yönetmen Andrey Konchalovskiy’nin senaryosunu Elena Kiseleva ile birlikte yazdığı ‘Sevgili Yoldaşlar!’da katliam, iktidardaki Komünist Parti’nin bölge yöneticilerinden biri olan Lyudmila 'Lyuda' Syomina’nın (Yuliya Vysotskaya) gözünden anlatılıyor ağırlıklı olarak. Sadece olay anında olup bitenleri değil, adım adım katliama giden süreci ve sonrasında yaşananları da çoğunlukla onunla birlikte takip ediyoruz. Katliamın ört bas edilme sürecinde ise olayları yer yer bir KGB görevlisinin gözünden görüyoruz.
Konchalovskiy, katliamı sistem muhalifleri ve anti-komünistler üzerinden anlatmıyor. Kamerasını grevin başladığı fabrikaya da çevirmiyor. Protesto gösterisi olarak başlayıp halk ayaklanmasına dönüşen eylemlerin gelişimini partinin bölge yöneticileri, bürokratlar, yüksek rütbeli subaylar ve KGB memurlarının bakış açısından yansıtıyor. Orada korkuyu, çaresizliği ve otoriter sistemin bütün çıkışsızlığını görüyoruz. Sosyalizmin tüm ideallerinin Parti çıkarları adına nasıl ayaklar altına alındığına tanık oluyoruz.
Öte yandan, Lyuda’nın kızı üzerinden işçilerin greviyle başlayan protesto eyleminin ruhunu bize çok iyi anlatıyor. Eylemin ruhunda sosyalizme olan inanç var. Ki, baştan sona, her şeyiyle bir işçi sınıfı eylemi olarak gelişiyor. Filmin bir yerinde KGB yöneticilerinin dediği gibi işçilerin sonuna kadar haklı olduğunu içten içe aslında hepsi biliyor. İnsanların yiyecek bulamadığı, temel tüketim maddelerine zam geldiği bir dönemde işçi ücretlerinin düşürülmesiyle başlıyor her şey. Halk, başta parti yöneticileri olmak üzere ileri gelen tüm bürokratların her konuda kayırıldığını biliyor üstelik. Filmin ilk bölümünde Lyuda, dışarda kuyruk varken parti yöneticisi olduğu için arka kapıdan girip filesini doldurup çıkıyor dükkândan.
Ayrıca ülkelerine ve ironik bir şekilde anayasal haklarına güveniyorlar. Lyuda’nın kızı annesine gösteri yapma hakkından söz ederken ordunun karşılarına çıkıp onlara ateş etmeyeceğinden öylesine emin ki… Proletarya diktatörlüğünden söz edilen bir ülkede aklına gelen belki de en son şey bu… Aslında ordu içindeki generallerin niyeti de kesinlikle halka ateş açmak değil. Hepsi bunun anayasal suç olduğunu biliyor. Ama KGB’nin sürece dahil olmasıyla birlikte olayın rengi değişmeye başlıyor. KGB, ‘SSCB gibi bir ülkede işçilerin greve gittiği’nin asla duyulmaması ilkesinden hareket ediyor. Sonuçta, onlara göre olay işçi haklarıyla değil, ülkenin iç ve dış siyasetiyle ilgili. Lyuda’nın tanık olduğu ve bizim 1 Mayıs 1977 katliamını da akla getiren provokatif bir ortamda KGB’nin orduyla halkı kasten karşı karşıya getirdiğini görüyoruz. Amaç belli ki katliamın tüm suçunu orduya atıp, olayı ört bas etme konusunda devletin her kademesinden geniş destek görmek… Bir generalin ateş açan askerlere öfke içinde ‘Bunun için yargılanacaksınız’ dediği kritik bir an var filmde. Çünkü katliam sonrasında herkes işlenen suçun büyüklüğünü biliyor. Bir süre sonra KGB’nin istediği şeyin tam da bu olduğunu anlıyoruz. Suç öylesine büyük olmalı ki, başta Kruşçev dahil herkes ört bas etmek için elinden geleni yapmalı ve eyleme katıldığı tespit edilenler sorgusuz sualsiz içeri atılmalı. Ayrıca devletin tepkisi o kadar sert ve merhametsiz olmalı ki, şehirdeki insanlar yaşadıklarına ya da içeri alınmadıklarına dua ederek her şeyi sineye çekmeli, ‘sessizlik yeminleri’ imzalamalı. Özetle ört bas etme süreci suçun kendisinden bile daha korkunç olmalı…
Konchalovskiy’nin başarısı, tüm bunları Lyuda gibi, muhaliflere hiç tahammülü olmayan, komünizme, sisteme ve partiye sonuna kadar inanmış birinin gözünden anlatması… Lyuda’nın Stalin hayranı olması, kuşkusuz çok önemli detay. Bu, onun sadece Stalin’i bir kurtarıcı olarak gördüğünü değil, aynı zamanda sosyalizm içindeki, o yılların deyimiyle ‘her tür sağ sapmaya’ karşı olduğunu da gösteriyor. Dolayısıyla, Kruşçev’e ve onun ılımlı politikalarına inanmıyor.
Lyuda’nın yaşadığı bir değişimden ya da iç aydınlanmadan söz etmek mümkün değil aslında. Sadece şahit olduklarını görüyor ve yaşadıklarından sonra bir daha asla aynı insan olamayacağını anlıyoruz.
Konchalovskiy belli ki daha en baştan ‘kötü komünistler iyi insanlara karşı’ konsepti üzerinden ilerlemek istememiş. Sonuçta, KGB görevlileri dahil herkesin vicdanı var. Ama demokrasinin, şeffaflığın esamisinin okunmadığı, devletin partiye partinin devlete dönüştüğü bir ortamda bireysel vicdanların çok fazla işe yaramadığını gösteriyor bize. Konchalovskiy istese baştan sona anti-sosyalist bir filme imza atabilirdi. Kimse de ona itiraz etmezdi. Ama o, bunun yerine sosyalist ideallerle otoriter rejim arasındaki uzlaşmaz çelişkiler üzerine kurmuş filmini ve çok daha anlamlı bir işe imza atmış.
‘Sevgili Yoldaşlar!’ hikâye örgüsü olarak sağlam bir film. Lyuda’yı önce özel hayatıyla görüyor; sevgilisi, babası ve kızıyla olan ilişkilerine tanık oluyoruz. Film boyunca yavaş yavaş öğrendiğimiz hayat hikâyesi, bizi ülkenin acılarla ve zorluklarla dolu olan geçmişine götürüyor. Ülkenin geçmişi ve şimdisi sık sık karşı karşıya geliyor.
Konchalovskiy, katliam sahnesini her şeyiyle tam bir kaos gibi çekmiş. Şiddeti hiç abartmadan orantısız güç kullanımına vurgu yaparken protestolarla ilgisi dahi olmayan insanların öldürüldüğünün özellikle altını çizmiş. ‘Aslında olaylar kontrolden çıkmadı. Zaten KGB’nin hedefi sivil katliamdı’ demeye getirmiş.
Katliam sonrası askerlerdeki şaşkınlığına karşın KGB’nin hemen harekete geçmesi zaten bunun açık bir göstergesi… Kaldı ki, birkaç sahnede ordu – KGB gerginliğini de görüyoruz. Lyuda’nın katliamdan sonra kızını bulmak için verdiği mücadele ise filmi soluk soluğa izlenen bir gerilime dönüştürüyor.
Film, Kazakların Ekim Devrimi ve sonrasındaki tarihine ucundan köşesinden biraz giriyor. Merkezi iktidarın Kazaklardan duyduğu endişenin altı çizilirken, Mihail Şolohov’un ‘Ve Durgun Akardı Don’ adlı romanı üzerine yapılan tartışma kayda değer. Bir sistem muhalifinin romanı savunan Lyuda’ya ‘Doğruları yazmış olsaydı, Şolohov’un romanı asla basılmazdı’ demesi, akılda kalıcı anlardan biri. Burada, amaç Şolohov’u eleştirmek mi değil mi, pek kestiremiyorum. Kesin olan, o yıllarda insanların sansürden bezmiş olması ve artık her şeyden kuşku duyması.
‘Sevgili Yoldaşlar!’ı bir dönem filmi olarak da iyi bulduğumu eklemeliyim. Konchalovskiy, 1962’ye bugünden değil, o günün tarihselliği içinden bakıyor. Belki de bu nedenle, ‘Sevgili Yoldaşlar!’ı, günümüzün anlatım tekniklerinden uzak durmaya gayret ederek, 1962’de çekilen bir Sovyet filmi gibi tasarlamış. O yılların en çok tercih edilen 1.33:1 formatını benimsemesinin yanı sıra filmi siyah beyaz olarak çekmiş.
Görüntü yönetmeni Andrey Naydenov, 1960’ların siyah beyaz filmlerini hatırlatan özel bir işe imza atıyor. Ama Konchalovskiy’nin montajda, kamera kullanımı ve ritim duygusunda çağdaş sinemaya yakınlaştığını düşünüyorum.
Başta Lyuda rolünde izlediğimiz Yuliya Vysotskaya olmak üzere tüm oyuncu kadrosu çok iyi iş çıkarıyor. Türkiye’de 1 Ekim Cuma günü vizyona giren ‘Sevgili Yoldaşlar!’ ne yazık ki seyircilerden pek ilgi görmediği için önümüzdeki hafta vizyondan kaldırılabilir. Buna karşılık, sezon sonunda yılın en iyi yabancı filmlerinden biri olarak anılabileceğini düşünüyorum.
7/10