Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İtalyan sinemacı Paolo Sorrentino’nun yazıp yönettiği ‘Tanrı’nın Eli’ (È stata la mano di Dio), 1980’li yıllarda Napoli’de geçen bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Film, Arjantinli futbolcu Diego Maradona’nın Napoli futbol kulübüne transfer olacağı haberinin konuşulduğu günlerde açılıyor. Film boyunca, 16 yaşındaki Fabietto’nun (Filippo Scotti) hayatından kesitler izlerken; televizyondaki haberler, maçlar; karakterler arasındaki konuşmalar ve sokaklardaki sevinç gösterileri üzerinden Maradona’nın Napoli serüvenindeki kritik anlara uzaktan tanık oluyoruz. Maradona hem olayların geçtiği tarihsel çerçeveyi çiziyor hem gönüllerin kahramanı olarak filme damgasını vuruyor. Kaldı ki, filmin adı da Maradona’nın Dünya Kupası maçında İngiltere’ye elle attığı golden geliyor.

        ‘Tanrı’nın Eli’, Sorrentino’nun gençlik yıllarında yaşadığı olaylardan esinleniyor. Otobiyografik yanı ağır basıyor ama nostalji duygusunun öne çıktığı, sıcak bir İtalyan filmi olmadığını en baştan söylemekte yarar var.

        Sorrentino, ağır tempolu, seyircinin duygularına çok müdahale etmeyen bir film koyuyor ortaya. Fabietto’nun ruhsal arayışı ve hayatına yön vermek istemesi, ancak sonlara doğru belirgin hale geliyor. Hatta nerdeyse yarısına kadar öykünün nereye doğru gideceğini kestiremiyor; odaksız ve dağınık bir film seyrettiğimizi düşünüyoruz. Buna karşılık, Fabietto’nun Maradona sevgisini, açığa çıkaramadığı gizli arzusunu ve hatta ikisi arasında kalsa hangisini tercih edeceğini öğrenmekte çok gecikmiyoruz.

        REKLAM

        Arkadaşsız ve sevgilisiz bir genç Fabietto. Sorrentino, okuduğu liseye sadece iki kez çeviriyor kamerasını. Her ikisinde de tüm erkeklerin anlamsızca top peşinde koştuğu kaotik ve kalabalık top sahasını gösteriyor bize. Oradan bir arkadaş edinmesinin zor olduğunu seziyoruz.

        Öte yandan, yalnız biri değil. Evde annesi Maria (Teresa Saponangelo), babası Saverio (Tony Servilllo) ve abisi Marchino’nun (Marlon Joubert) sevgisiyle çevrili. Ayrıca, yakın akrabaların dahil olduğu büyük ve tuhaf İtalyan ailesinin bir parçası. Futbol takımı üzerinden Napoli şehrine karşı hissettiği aidiyet duygusunu da unutmamak gerek. Tüm bunlar bir güvenlik çemberi gibi sarıyor onu. Ama anne ve babası arasında çıkan kriz sırasında yaşadığı titreme nöbeti, Fabietto’nun hâlâ çok kırılgan ve sevgiye muhtaç bir çocuk olduğunu gösteriyor bize.

        Bütün film, Fabietto’nun bölük pörçük hayat tecrübeleri üzerinden ilerliyor. Olup bitenler, bizi finale yönlendiren alışageldiğimiz bir ‘senaryo matematiği’nden ziyade gerçek hayatta olduğu gibi birbirinden kopuk anlar olarak geliyor karşımıza. Ama tüm bu kopuk anlar, yavaş yavaş Fabietto’nun hayatını şekillendiriyor.

        Sözgelimi, Maradona’dan azmi öğreniyor. Filmin başındaki Maradona alıntısı zaten aynı noktaya vurgu yapıyor. Antrenmanda takımdan ayrı serbest vuruş çalışan yıldız futbolcuyu hayranlıkla izlerken abisiyle birlikte hayata dair bir ders çıkardıkları kesin. Ama o dersi hayatlarında nasıl uygulayacakları elbette belirsiz.

        Oyuncu olmaya çalışan abisi Marchino’nun katıldığı seçme sırasında kapı arasından gördüğü yönetmen Federico Fellini de ona başka bir dünyanın ‘kapısını aralıyor’. Abisinin tanık olduğu telefon konuşmasında Fellini, sinemanın gerçekten sapma, uzaklaşma anlamına geldiğini ama gerçeğin berbat bir şey olduğunu söylüyor. Hayatının daha ileriki günlerinde, katlanamayacağı acı gerçeklerle yüz yüze geldiği günlerinde, bu sözler Fabietto için yol gösterici bir işlev taşıyor.

        Sinema tutkusunun şekillenmesinde Napoli’li yönetmen Antonio Capuano (Ciro Capano) da en az Fellini kadar kritik rol oynuyor. Capuano’yı Galleria Umberto I adlı Napoli’nin tarihi mekânındaki film çekimi sırasında gördüğü sahnede Fabietto adeta büyüleniyor. Belli ki, orada daha çok film setinden, yönetmenin konumundan ve çekilen rüya gibi sahneden etkileniyor. Çok daha sonra karşısına çıkıp sinemacı olmak istediğini söylediği zaman ise ters, aksi ama dürüst biri olan Capuano’dan asıl dersini alıyor. Capuano’nun gerçek hayatta da Sorrentino’nun ustası olduğunu belirtelim.

        Maradona, Fellini ve Capuano’dan daha çok aklını karıştıran, ruhunu fetheden kişi ise teyzesi Patrizia (Luisa Ranieri) oluyor. Hatta Patrizia’nın onun için bir ilham perisi olduğunu dahi söyleyebiliriz. Güzel, çekici Patrizia, onu sadece kadın olarak değil, aykırı bir ruh olarak da etkiliyor. Patrizia’nın cesaretinde, dürüstlüğünde, başkalarını umursamazlığında ve içe dönük o hallerinde adını tam olarak koyamadığı bir şeyler keşfediyor. Film yönetmeni olmak istediğini ilk kez Patrizia’ya söylemesi kuşkusuz çok anlamlı. Belli ki, sinema onun için tam da Patrizia gibi… Gizemli, çekici, karanlık ve aynı zamanda umut verici bir şey.

        Fabietto’nun kendinden büyük, ipsiz sapsız sigara kaçakçısı Armando (Biagio Manna) ile arkadaş olmasını yadırgıyoruz önce. Ama ondan da bir insanın kendini tutkusuna adaması gerektiğini öğreniyor. Çünkü Armando yasa dışı amaçlar için de olsa işini çok iyi yapan, sürat teknesi kullanmayı tutkuyla seven biri. Sürat teknesinin çıkardığı ve Armando’nun çok sevdiği o ‘tuf’ sesini filmin açılış sahnesinde de duyduğumuzu unutmayalım.

        Sorrentino’nun biyografisini bilen çoğu kişi için sürpriz olmayacağı kesin ama ben yine de hikâyenin kırılma noktası olan üzücü olaydan söz etmek istemiyorum. Buna karşılık, o noktadan sonra filmin Fabietto için gerçek bir büyüme öyküsüne dönüştüğünü söyleyebilirim. Sinema, üst kat komşusu Barones’in (Betty Pedrazzi) dikkatini çektiği ‘gelecek’ fikriyle özdeşleşiyor. Tıpkı François Truffaut’nun ‘400 Darbe’sindeki çocuk gibi o da sinemaya sığınarak hayatını kurtarmak istiyor. Ama Fabietto için bir tutkudan ziyade kurtuluşu ifade ediyor sinema.

        Sorrentino’nun dünyaca ünlü bir yönetmen olarak geldiği nokta, dolaylı olarak filmi bir başarı hikâyesine çevirebilir belki; ama ‘Tanrı’nın Eli’, sonlara doğru müziğin daha çok kullanıldığı duygusal, lirik ve hüzünlü bir film.

        Filmin sevdiğim yanlarından biri, Sorrentino’nun Fellini ile kurduğu sinemasal akrabalık oldu. Fellini’nin filmlerinden esinlenen ve en iyi uluslararası film Oscar’ına kadar uzanan ‘Muhteşem Güzellik’i (La grande bellezza) açıkçası çok beğenmemiştim. ‘Tanrı’nın Eli’ndeki Fellini etkisini ise daha çok sevdim. Malum, Fellini, kendisine ait bir görsel dünya kurmasıyla etkilemiştir genç sinemacıları. Sorrentino ise üslubundan ve kurduğu görsel dünyalardan ziyade Fellini’nin eserlerinin özünden besleniyor. ‘Tanrı’nın Eli’, dramatik yapı, üslup ve hikâye olarak Fellini’nin filmlerine çok benzemiyor aslında. Akrabalık ayrıntılarda ortaya çıkıyor. Filmin özüne indiğimizde arada birçok bağ buluyoruz. Sözgelimi, Patrizia’nın ‘Sekiz Buçuk’taki (Otto e mezzo) ilham perisi meleklerden çok bir farkı yok. Tuhaf aile üyelerini anlattığı ilk bölüm ‘Amarcord’u akla getiriyor. Armando ile Capri’de gece yarısı karşılaştıkları Arap şeyhi ve güzel eşi de bana ‘Amarcord’daki şeyhin harem sahnesini hatırlattı.

        Aslına bakarsanız, Fellini göndermeleri açılıştaki ‘Tatlı Hayat’ı akla getiren helikopter çekimiyle başlıyor. Patrizia’nın Napoli’nin en büyük azizi San Gennaro (Enzo Decaro) ile karşılaşmasından hemen önceki trafik sıkışıklığı da ‘Sekiz Buçuk’un açılışını akla getiriyor. Patrizia’nın San Gennaro ve Küçük Keşiş’le yaşadığı metafizik deneyim de aslında tipik bir Fellini sahnesi değil mi? Çünkü Fellini’de metafizik, muzip bir mizahla birlikte gider genellikle… Fellini, eski uygarlıklardaki Ana Tanrıça mitiyle örtüşen, erkeği erginliğe ulaştıran olgun ve güçlü kadın mitini filmlerinde ısrarla kullanır. Olgun kadınlara duyulan ilgi, ‘Tanrı’nın Eli’nde de sıkça karşımıza çıkıyor. Fabietto, kendinden yaşça büyük, güçlü kadınların rehberliğine gereksinim duyuyor.

        Evet, Fellini göndermelerini filmin her yanında bulmak mümkün ama dakikalar ilerledikçe ‘Tanrı’nın Eli’nin kendine özgü bir film olduğu da ortaya çıkıyor. Filmin içinde birbirine bağlanan detaylar da hoş ve anlamlı. Sözgelimi, film boyunca başta Fabietto olmak üzere karakterleri birçok kez denize girerken görüyoruz. Açılış sahnesinde denizin üstünden Napoli’ye yaklaşan bir hava çekimi izlediğimizi de not edelim. Fabietto, abisini geride bırakıp volkanik Stromboli adasından ayrılırken gece yarısı feribotun arkasından denize atlayanlar, Sorrentino’nun geçmişinden gelen büyülü bir hatıra sanki... Capuono’nun Galleria Umberto I’deki o tuhaf çekimi ve Fellini’yle görüşmek için gelen oyuncuları bir araya getiren bekleme salonu da üzerimizde aynı etkiyi bırakıyor. Sinema, gerçekliği güzelleştiren bir büyü gibi…

        Fabietta’nın banyodan hiç çıkmayan kız kardeşi Daniela da nerdeyse gerçek üstü ve gizemli bir imge… Filmde defalarca adı geçiyor. Hatta bir sahnede kapının arkasından Fabietto ile konuşurken sesini bile duyuyoruz ama kendisini görmemiz için uzun süre beklememiz gerekiyor. Ayrıca, film boyunca walkman kulaklarını boynundan çıkarmayan Fabietto’nun dinlediği şarkıları, finaldeki istisna hariç duyamıyoruz.

        Annesi Maria’nın yaptığı iki ‘eşek şakası’nın da anlamlı olduğunu düşünüyorum. İlk şaka, Napolileri küçümseyen, Franco Zeffirelli hayranı Kuzey İtalyalı kibirli komşuya haddini bildirirken; dağ evindeki ayı şakasının da eşinin erkekliğine bir meydan okuma olduğu kesin. Sorrentino’nun favori oyuncusu Tony Servillo tarafından canlandırılan komünist bankacı baba Saverio da akılda kalıcı bir karakter.

        Kuşkusuz başka detaylar da var filmde. VHS kasetini aldıkları ama bir türlü seyredemedikleri ‘Bir Zamanlar Amerika’da’ (Once Upon a Time in America) filmi mesela… Ama burada hepsini yazmak zor. Sorrentino Amerikan usulü, her şeyin işlevsel olduğu bir senaryodan ziyade çağrışımlara açık imge ve detaylara yer veriyor.

        ‘Tanrı’nın Eli’ akıldan çok gönülden gelen bir film. Sorrentino’nun özellikle ‘This Must Be Place’ (2011) ve ‘Youth’ (2015) filmlerini severim. Artık onlara ‘Tanrı’nın Eli’ni de eklemem gerekiyor. ‘Tanrı’nın Eli’nin uluslararası film dalında Oscar’ın en güçlü adaylarından biri olduğunu da belirtelim.

        Son olarak şunu söyleyelim: Maradona’nın avukatlarının filmin aleyhine açtığı davaya çok üzülmüş Sorrentino. Ama asıl üzüldüğü olay, Maradona’nın filmin çekimlerinden bir ay sonra hayatını kaybetmesi ve filmi seyredememesi olmuş. Üzülmekte haklı. Maradona seyretseydi çok severdi bu filmi…

        Bugünden itibaren Netflix’te seyredebilirsiniz.

        7.5 / 10

        Diğer Yazılar