Gizemli bir 'orman adamı'nın portresi
Geçtiğimiz haftalarda ‘Yetenekli Bay Cage’in (The Unbearable Weight of Massive Talent) vizyona girmesi vesilesiyle Nicolas Cage’in unutulmaz performansları üzerine seçki hazırlarken ‘Domuz’u (Pig) henüz seyredememiş olduğuma üzülmüştüm. ABD’de 2021 yazında gösterime giren, En İyi İlk Senaryo kategorisinde Bağımsız Ruh Ödülü’nü kazanan ‘Domuz’, eleştirmenlerden yüksek notlar almış ve aktörün en iyi filmlerinden biri olarak gösterilmişti. Türkiye’de ise dün gösterime girdi.
Düşük bütçeli, bağımsız bir ABD yapımı olan ‘Domuz’, yönetmen Michael Sarnoski’nin ilk uzun konulu sinema filmi… Öyküyü Vanessa Block ile birlikte yazan Sarnoski, filmini ormanın kuytu karanlığında açıyor. İlerleyen bölümlerde adının Robin ‘Rob’ Feld olduğunu öğreneceğimiz, Nicolas Cage tarafından canlandırılan karakter, saç sakal birbirine karışmış yarı vahşi bir orman adamı olarak çıkıyor karşımıza. Her tür lüksten uzak derme çatma kulübesinde domuzuyla yaşıyor ve onunla birlikte mantar topluyor.
Genç Amir (Alex Wolff) lüks spor otomobiliyle kulübeye geldiğinde, topladıkları o eciş bücüş topraklı mantarların şehirde çok para ettiğini anlıyoruz. Aynı zamanda, Rob’un Amir’le sohbet etmeyi sevmediğini, ikisinin pek anlaşamadığını görüyoruz. Ne var ki, kısa süre sonra Rob’un çalınan domuzu bulmak için birlikte hareket etmek zorunda kalıyorlar. Domuzu hırsızların gözünde değerli kılan özelliği ise toprak altında saklanan trüf mantarlarını bulması…
Aslına bakarsanız, Amir en başından domuzu aramanın nafile çaba olacağını söylüyor. Olağan şüpheli olarak kapılarını çaldıkları iki keş ise domuzun Portland’da, adı dahil hakkında hiçbir şey bilmedikleri gizemli bir adama verildiğinden söz ediyorlar. Rob yine de vazgeçmiyor ve Amir’le birlikte büyük şehrin yolunu tutuyor.
Arayış sürerken Rob’un geçmişi hakkında da yavaş yavaş bilgi sahibi olmaya başlıyoruz. Rob’un ormanda yaşamadan önce Portland şehrindeki şöhretini ve kim olduğunu öğreniyoruz. Tüm bunlar yanıtını merak ettiğimiz soruların sayısını daha da artırıyor. ‘Domuz’un geçmişe doğru açıldıkça derinleşen anlamlı ve iyi yazılıp geliştirildiğini düşündüğüm bir hikâyesi var. Fakat sorulara açık yanıtlar verilmediğini eklemem gerek. Seyrettikten sonra üstüne düşünülmesi gereken filmlerden ‘Domuz’.
Rob’un geçmiş kariyeri ile seçtiği yaşam biçimi arasında büyük uçurum var ama filmin hiçbir noktasında Portland’ı bırakıp neden ormana yerleştiğini sözel olarak açıklamıyor. Öte yandan, başkalarıyla diyaloga girdiği öylesine sahneler var ki, dikkat kesilip söylediklerini dinlediğinizde, davranışlarının nedenini dolaylı yollardan kavrayabiliyorsunuz. Özellikle, şehrin en çok tercih edilen restoranlarından birinin şef aşçısı Derek’le (David Knell) yaptığı konuşma kritik önem taşıyor. Rob’un sorularıyla başarının anlamını sorguluyor; hedeflerimiz peşinde koşarken gerçek arzularımızı göz ardı edebileceğimizi ve mutluluğu elimizden kaçırabileceğimiz gerçeğiyle yüzleşiyoruz. O noktada, Rob’un tercihleri anlam kazanıyor.
Sadece bu konuşma sırasında değil, domuzu arayış serüveni boyunca Rob’a duygusal olarak yakınlaşıyoruz. Bazı filmlerin resim sanatında olduğu gibi insan portreleri üzerine kurulu olduğunu düşünürüm. ‘Domuz’ da ana karakterin portresini çizen, dolaylı yollardan onun hayata bakışını yansıtan bir film. Yeri gelmişken, genç Amir’in de babası (Adam Arkin) ve Rob’la olan ilişkileriyle yeterince iyi işlenen, film için önemli bir karakter olduğunu belirtelim.
Rob’un şehrin yeraltına gizlenmiş ‘dövüş kulübü’ndeki performansı kuşkusuz hayli kafa karıştırıcı. Aynı sahne, filmin güzergahı hakkında da yanıltıcı bir niteliğe sahip. Çünkü şiddet dolu bir suç filminin içine düştüğümüz yanılsamasına kapılıyoruz. Gerçi ‘büyük resim’ ortaya çıktığında da sahneyi net bir yere oturtmak çok kolay değil ama filmin karanlık, gizemli ruhunu belirleyen akılda kalıcı bir imge olduğu kesin.
Tam da burada, bu sahnenin tonuyla keskin tezat oluşturan başka bir sahneden söz etmem gerek. Rob, ormana gelmeden önce Portland’da yaşadığı evde karşılaştığı çocuğa cennet hurmasını anlatırken hayata bakışıyla ilgili önemli ipuçları verdiğini düşünüyorum. Rob, cennet hurmasının sabır gösterilip yeterli süre verildiğinde, tanenlerinden kurtularak müthiş bir lezzete kavuştuğunu anlatıyor çocuğa. Burada Rob’un hayatının ormanda geçen son devresi ile olgunlaşmış cennet hurmasının lezzeti arasında bir paralellik kurmamız mümkün.
Nicolas Cage’in yıllarca aksiyon filmlerinde başrol oynaması nedeniyle, aklımızın bir köşesinde Rob’un, domuzu çalanları cezasız bırakmayacağı düşüncesi dolanıp duruyor. Cage’in role seçilme nedenlerinden biri seyircilerde tam da bu beklentiyi oluşturmak belki… Kaldı ki, domuzu bulmak için elinden geleni her şeyi yapıyor ama gösterdiği çabaların aksiyon ve suç filmi seyircilerinin beklentileriyle uyumlu olduğunu söylemek zor. Sadece onları değil film boyunca hepimizi şaşırtsa da son jenerik yazıları göründüğünde, kendi içinde ne istediğini ne istemediğini iyi bilen, tutarlı biri olduğunu düşünüyoruz.
Karakter değişimi ya da iç aydınlanma yaşamıyor. Bunların yerini, önyargılarımız ve beklentilerimizin aksine hareket eden bir karakteri keşfetme süreci alıyor. ‘Domuz’un hikâyesinin güzelliği bence tam da burada…
Rob’un çoğu aksiyon ve suç filmindeki gibi açık bir hedefi ve arzusu var: Basitçe domuzuna ulaşmak istiyor. Dolayısıyla, onun hikâyesi yalın ve düz. Sofistike ve karışık olan, bizim içimizde olup bitenler. Hikâyeyi seyrederken değişen belki de biziz. Rob’u tanıdıkça, şehirden, modern dünyadan neden uzak durduğunu keşfediyoruz.
Kuşkusuz, altından kalkamadığı bir kayıp var hayatında. Geçmişte acısı ve kaybıyla nasıl savaştığını bilmiyoruz. Emin olduğumuz tek şey, onun yerindeki birçok kişinin acılarını unutmak ve teselli bulmak için Rob’un bırakıp gittiği kariyere ve hayata dört elle sarılacağı… Sonuçta bütün dünya, başarı, para ve gücün çevresinde dönüp durmuyor mu? Tam da burada, Rob’un tercihi, unutmaktan ziyade belki fazlalıklardan arınmak ve hayatın özünü bulma çabası olarak açıklanabilir.
Filmin ilk bölümünde tavada yüksek ateşte hazırlayıp domuzla birlikte yediği mantar yemeğine tam da buradan bakmak gerek. Yemeğin filmde bir metafor olduğunu söylemek gerek. Bir yanda, tüm basitliğiyle yemek yeme eylemini görüyoruz. Amir ve Rob, film boyunca bir şekilde orda burada karınlarını doyuruyorlar. İlişki ve arkadaşlıklarını gelişimini bu yemekler üzerinden takip etmek mümkün. Öte yanda, hikâye Portland’da yüksek para getiren ve gurmeleri hedef alan restoranlara bağlanıyor. Domuzu çalanların bu dünyayla bağı olduğunu biliyoruz. Son olarak ise Rob’un hazırladığı yemekler var. Birini açılışta domuzu ve kendisi için hazırlıyor. Diğerini ise finalde, domuzu bulmak için… Özetle filmdeki tüm yemeklerin hikâyede özel bir yeri ve anlamı olduğu söylenebilir.
Filme adını veren domuz da öykünün önemli unsurlarından biri. Filmin özü, çevresindeki insanların domuza bakışı ile Rob’un bakışı arasındaki fark üzerine kurulu. Tam da burada, Amerikalı şair Walt Whitman’ın hayvanlar üzerine yazdığı şiir geliyor akla. Whitman, şiire hayvanlarla yaşamak istediğini söyleyerek başlar ve hayvanların insanlar karşısındaki üstünlüklerini sıralar. Son dizede ise hayvanlar için saygınlığın çok önemli olmadığının altını çizer. Whitman’ın şiiriyle Rob’un domuza olan sevgisi arasında güçlü bir bağ olduğunu düşünüyorum.
‘Domuz’da, Nicolas Cage’in kariyeri boyunca gösterdiği en sade ve doğal performanslardan birine tanık oluyoruz. Uç noktalarda gezinen, abartılı beden dillerine sahip karakterleri canlandırması ve dışavurumcu tarzıyla bilinen Cage, bu kez ‘iç aksiyon’u yansıtma ustalığıyla geliyor karşımıza. Gerçekten etkili bir oyunculuk sergiliyor. Alex Wolff başta olmak üzere diğer oyuncular da gayet iyi.
Görüntü yönetmeni Patrick Scola’nın karanlık, kasvetli imajları ve Tyler B. Robinson’un prodüksiyon tasarımının filmin anlam dünyasının önemli parçaları arasında olduğunu söylemem gerek.
Son olarak, merak edenlere Rob’un finalde kasetten dinlediği ‘I’m on Fire’ şarkısının orijinalinin Bruce Springsteen’e ait olduğunu söyleyelim. Karanlık bir film ‘Domuz’. Finali de hüzünlü ama bir o kadar da hayat dolu ve pozitif bittiğini düşünüyorum. ‘Domuz’ son haftalarda sinema salonlarında seyrettiğim en iyi film.
7.5/10