Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        ‘This Much I Know To Be True’, Avustralyalı yönetmen Andrew Dominik’in yönettiği ikinci Nick Cave belgeseli… 2016 yılında gösterime giren ilki ‘One More Time With Feeling’, Nick Cave’in 15 yaşındaki oğlu Arthur’un ölümünün acısını yoğun şekilde yaşadığı dönemde şekillenen ‘Skeleton Tree’ albümünü temel alıyordu. Dünya prömiyerini 2022 Berlin Film Festivali’nde yapan ‘This Much I Know To Be True’ ise ‘Ghosteen’ ve ‘Carnage’ albümleri üzerine kurulu…

        ‘Kurulu’ diyorum çünkü ‘This Much I Know To Be True’, büyük bölümünde şarkı dinlediğimiz müzik ağırlıklı bir film. Andrew Dominik, 2014 yılında gösterime giren, Iain Forsyth ve Jane Pollard’ın birlikte yazıp yönettiği “Dünyada 20.000 Gün” (20.000 Days on Earth) adlı belgeselde olduğu gibi Nick Cave’in hayat öyküsünü ve müzik kariyerini temel almıyor. Dominik’in niyeti, Cave’i uzun uzun konuşturmak, son dönemdeki gündelik hayatı ve müzik çalışmaları üzerine detaylı bilgiler vermek değil. Belli ki öncelikli amacı, Nick Cave’in ömrünün son birkaç yılındaki ruh halini yakalamak… Bunu da en iyi şarkıları üzerinden yapacağını bildiği için filminin temellerini müzik üzerine kuruyor. Öte yandan, Nick Cave’i nadiren konuşturduğu sahnelerde derinlere inmesini de biliyor.

        REKLAM

        Her ne kadar müzik üzerine kurulu olsa da Nick Cave’in pandemi döneminde başladığı seramik biblo çalışmalarıyla açılan ve filme adını veren ‘This Much I Know to Be True’ dizesinin geçtiği ‘Balcony Man’ şarkısıyla biten filmin özünde dramatik bir bütünlük var. Sonuçta her şey, oğlunun ölümünden sonra sanatla hayata tutunmaya çalışan; üretmeye ve şarkılar yazmaya devam eden bir sanatçının zihninin derinliklerinde sürüp giden matem süreciyle ilgili…

        Matem duygusu, Nick Cave’in sözlerini tek başına yazdığı ve müziğini Warren Ellis’le birlikte oluşturduğu tüm şarkılarda kendini gösteriyor. ‘Dünyada 20.000 Gün’ adlı belgeselde yaptığı müzik için anahtar kelime olarak ‘kontrpuan’ı gösterdiğini hatırlıyorum. “Müzikte birbirine benzemeyen iki unsuru karşı karşıya getirir, neler olacağına bakarım” diyordu. Filmdeki şarkılarında kuşkusuz kontrpuan unsurları var ama oğlunu kaybettikten sonra Warren Ellis’le birlikte eski Nick Cave and the Bad Seeds’in müziğine oranla çok daha hüzünlü, ağır ve karanlık bir sound’a yöneldikleri kesin. Elektronik tınıların eksik olmadığı, piyanodan yaylı çalgılara uzanan, koronun da kullanıldığı, ruhani yanı ağır basan bir müzik bu… 1994’ten beri çalıştığı Ellis’le birlikte her şeyi şarkı sözlerinin taşıdığı duyguların etrafında kurmak istedikleri belli.

        Sözler hüzünlü, karanlık ama kesinlikle umutsuz değil. Tam tersine, bazı şarkılarda hayat sevgisini hissediyoruz. Yer yer Hıristiyan mitolojisinden esinlenen ama dinsel nitelikler taşımayan şarkılarda inanç, alttan alta kendini hissettiren bir tema. Acılara, kedere karşı huzur arayışı sık sık karşımıza çıkıyor. Çocuğunu kaybeden ve onu yeniden hayata döndürmek için ilahi güce başvuran Kisa’nın öyküsünün anlatıldığı şarkı, ölümün kaçınılmazlığı üzerine; ama teskin edici bir yanı var. Kendi adıma öfkeyi, çaresizliği hissettiğim ‘Hand of God’ dışında genelde sakinleştirici şarkılar dinliyoruz.

        REKLAM

        Filmin kalbindeki meselelerden biri, onulmaz acılarla baş etmenin yolunu aramak gibi geliyor bana. Nick Cave’in The Red Hand Files adlı projesine gelen soruya verdiği yanıt, filmin derdini de özetliyor sanki… The Red Hand Files, insanların Nick Cave’e sorduğu sorulardan oluşuyor. Cave, filmin çekildiği tarihte gelen soruların sayısının 38 bini geçtiğini; hepsini okuduğunu ve yanıt vermeden önce düşündüğünü söylüyor. Hayatın tümüyle kontrolümüz dışında olduğunu ve bununla baş edemediğini söyleyen birine yazdığı yanıtta ona hak verdiğini belirtiyor. Hayat karşısında bazen çok çaresiz kaldığımızı ama hayatın bir şekilde karşımıza bir yol çıkardığına inandığını söylüyor. Belli ki bu yol onun için müzik ve sanat…

        Filmin açılışında, Nick Cave’in kendi yaptığı ve bize tek tek gösterip anlattığı 18 porselen bibloyu unutmamak gerek. Şeytan’ın doğumdan ölümüne uzanan hayatını özetleyen bibloların sonuncusu, hem şarkıların hem filmin içindeki kefaret ve ruhun kurtuluşu temasını koyuyor önümüze. Son bibloda Şeytan’ın öldüğünü görüyoruz. Cave, çocuğun Şeytan’ın cansız bedene uzanan elini göstererek ruhunun affedildiğini söylüyor ve Andrew Dominik tam da burada sahneyi kesip ilk şarkıya geçiyor.

        Nick Cave’in yazdığı şarkılar, şiir tadında, anlamlı ve güzel… Yönetmen Dominik’in de dizelerin güzelliğine kapılıp gittiğini ve filmin anlam dünyasını şiir üzerinden oluşturmak istediği açık. Dolayısıyla, görüntülerden ziyade şarkıların öne çıktığı bir film seyrediyoruz.

        Özellikle ilk şarkılarda Dominik’in yönetmen olarak aradan çekilip bizi şarkılarla baş başa bırakmak ve video klip estetiğini akla getiren biçimci bir sinemadan uzak durmak istediğini görüyoruz. Ama film ilerledikçe, İrlandalı görüntü Robbie Ryan ile birlikte konserleri akla getiren, ritmik olarak yanıp sönen strobe ışık ve lokal aydınlatma teknikleri ile montajın, kamera hareketlerinin öne çıktığı daha biçimci bir anlatıma yöneliyor. Rotayı minimalizmden formalizme çeviren bu anlatım, filme farklı bir hava veriyor. İlk sahnelerde 1.37:1 olarak belirlediği çerçeve oranını filmin ilerleyen bölümlerinde, özellikle geniş açı lensler kullandığı sahnelerde yer yer 1.85:1’e çıkardığını görüyoruz. Cave’in seramik biblolarını anlattığı açılış sahnesinde bazen netlik ayarının dahi kaybolduğu ‘amatör ev videosu tarzı’, belirli bir noktadan sonra yerini göze hoş gelen profesyonel bir kamera kullanımına bırakıyor. Tuhaf olan, anlatım daha özenli hale geldikçe Dominik’in kamerayı, şaryo için takılan rayları, mikrofonları, spotları, set görevlilerini filme dahil etmesi… Sonuçta, ‘This Much I Know to Be True’ sinemada nadiren gördüğümüz şekilde ‘çekilmekte olan bir film’ olduğunu hissettiriyor. Bu uygulamanın filmdeki biçimci tarz ile paralel olarak gelişmesi şaşırtıcı değil. Kendisi de ara sıra kadraja giren Dominik, tüm filmin Nick Cave ve Warren Ellis’in müziği çevresinde kurulduğunu bir kez daha vurgulamış oluyor. Film boyunca performanslar sırasında müzisyenleri çevreleyen çemberde dönen kamera da bu yaklaşımın altını çiziyor.

        REKLAM

        Dominik, bir sahne hariç Nick Cave ve Warren Ellis’e müzik üzerine sorular yöneltmiyor. İkisini ayrı ayrı çekip, bize paralel montajla sunduğu sahnede ise çalışma yöntemleri hakkında önemli ip uçları alıyor onlardan. Müzik onlar için, doğaçlamaya çok önem verdikleri deneysel ve duygusal bir süreç. İkisinin de artık teknik ve teoriyi bırakıp işin ruhani tarafını önemsediğini görüyoruz. Film sırasındaki şarkı kayıtları sırasında da bunu hissediyoruz.

        ‘This Much I Know to Be True’nun öncelikle Nick Cave’i ve müziğini sevenlere hitap eden bir film olduğunu inkâr edemem. Nick Cave’i çok az tanıyan, müzikal geçmişi ve hayat öyküsü hakkında hiçbir bilgisi olmayanların ne düşüneceğini kestirmem gerçekten çok zor. Ama müzik sizi yakalarsa keyif alacağınızdan eminim.

        Andrew Dominik’in ‘Kasap’ (Chopper - 2000), müziğini Nick Cave and The Bad Seeds’in yaptığı ‘Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti’ (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford – 2007) ve ‘Kibarca Öldürmek’ (Killing Them Softly – 2012) filmleriyle ‘This Much I Know to Be True’ arasında açık bir akrabalık bulmak kolay değil. O yüzden Dominik’in filmlerini sevenlere tavsiye etmenin anlamı yok. ‘This Much I Know to Be True’, Dominik’in Cave’e ve müziğine olan hayranlığının bir ürünü... Filmin bir sahnesinde şiir okumak üzere karşımıza çıkan, 1960’ların popüler İngiliz şarkıcı ve oyuncusu Marianne Faithfull’un ‘tuhaf isim kısaltmaları’ üzerine yaptığı eğlenceli muhabbet sırasında aslında ‘bir Avustralya filmi’ seyrettiğimizi bir kez daha hatırlıyoruz. Dominik, Cave ve Ellis… Üçü de Avustralya kökenli. Filmi MUBI’de seyredebilirsiniz.

        7/10

        Diğer Yazılar