Uçakta virüs var!
Güney Kore yapımı ‘Acil İniş’ (Bisang seoneon – Emergency Declaration), uluslararası prömiyerini 2021 yılında, yarışma dışı olarak katıldığı Cannes Film Festivali’nin gece yarısı seansında gerçekleştirdi.
Pandemi nedeniyle gelen ertelemeler sonrasında geçtiğimiz ay gösterime girdiği Güney Kore’de sadece 18 günde, iki milyonu aşkın bilet satışıyla yılın en çok iş yapan beş filmi arasına girdi.
Gişelerdeki başarısının sürpriz olduğu söylenemez. ‘Acil İniş’, Güney Kore’de yüksek hasılat getiren filmleriyle tanınan yönetmen Han Jae-rim’in imzasını taşıyor. 22.7 milyon doları bulan bütçesinin yanı sıra yıldız oyuncuları buluşturmasıyla da dikkat çekiyor.
‘Acil İniş’, gişelerde her zaman iyi çalışan ‘felaket’ filmlerinden biri. ‘Uçak felaketi’ (airplane disaster) olarak da adlandırabileceğimiz bir alt türden geliyor. Kökenleri 1954 tarihli ‘The High and the Mighty’ filmine kadar giden ama asıl olarak ‘Airport’un (1970) öncülüğünü yaptığı bir alt tür bu…
Genelde Güney Kore filmlerinden beklentimiz, popüler türlere yeni yorum getirmeleridir. Özellikle, Park Chan-wook ve Bong Joon Ho gibi yönetmenler tam da bunu yaparlar. Ne var ki, filmin senaryosunu da yazan Han Jae-rim, tersine bir yaklaşım benimseyerek formatını Amerikalıların belirlediği alt türün temel yapısını koruyor. Getirdiği farklılık, felaket janrının başka alt türlerini devreye sokması…
‘Acil İniş’ biyoterörizmi konu alan bir salgın filmi aynı zamanda. Han Jae-rim’in Güney Kore’de ulaştığı gişe başarısından sonra dünyayı dolaşan ‘Zombi Ekspresi’nden (Busanhaeng) esinlendiğini; o filmde trende gelişen zombi salgınını uçaktaki bir ‘virüs saldırısı’na dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Ama hakkını teslim etmek gerekirse, seyrederken türün diğer filmlerini akla getirmeyen bir hikâyesi var ‘Acil İniş’in.
Filmin ilk kısmı tahmin edilebilir şekilde ilerliyor. Havalimanında bilet gişesindeki görevli kızla konuşurken gördüğümüz ilk anda Jin-seok’un (Si-wan Yim) problemli ve acımasız biri olduğunu hemen anlıyoruz. Havaalanındaki her davranışı ve hareketiyle bir güvenlik sorununa yol açacağını belli ediyor; ama ortalık öylesine kalabalık ve yoğun ki görevlilerin onu fark etmesi çok zor. Bineceği uçağı tespit etmeye çalışırken yaptıkları, insanlara sorduğu sorular dahi rahatsız edici geliyor bize. Tam olarak ne yapacağını kestiremediğimiz bu anlarda gerçek bir ruh hastası olarak oluşturduğu güçlü tehdidi hissediyoruz. Daha ürpertici olan ise, Jin-seok’un her tür güvenlik önlemini aşan biyoterörizm fikri ve eyleminin benzersiz niteliği… Bizi öyküye ve filme bağlayan aslında bu ürperticilik.
Filmin ilk kısmında Jin-seok’un marazi ve karanlık planı dışında olup bitenler, sözgelimi salgının uçak içinde yayılması ve karada yaşananlar bizi pek şaşırtmıyor. Ama ikinci kısım farklı gelişiyor. Han Jae-rim belirli bir noktadan sonra, alışageldiğimiz ‘güçlü, belalı kötü adam faktörü’nü bir yana bırakıp salgına odaklanıyor ve filmini etkili bir felaket gerilimine çevirmesini biliyor. Sadece uçak içinde yaşananlar değil, karada ve dünyada olup bitenler de hikâyeyi şekillendiriyor.
Han Jae-rim, son bir saatte filmini çok farklı yerlere götürerek, bizi sadece duygusal olarak etkilemiyor, aynı zamanda düşündürüyor. ‘Gerçekten böyle bir olay yaşanırsa çözümün ne olabileceği’ üzerine kafa yoruyoruz. Kaldı ki, işin içine çokuluslu ilaç şirketlerinin, ABD ve Japonya gibi ülkelerin girmesiyle hikâye politik çağrışımlarıyla, alt metinleriyle farklı bir boyut kazanıyor. Uçak içindeki hayat mücadelesi bir yana, bir noktadan sonra olayın yarattığı global kriz öne çıkıyor. Güney Kore hükümetinin kriz karşısında verdiği sınav da hikâyenin önemli ayaklarından biri oluyor. Tam da burada, projenin Covid 19 pandemisinden önce yazılıp geliştirildiğini belirtmem gerek.
Han Jae-rim, hikâyeyi geliştirirken farklı ve yeni işler yapsa da karakterleri yazarken klişelere bağlı kalıyor. ‘Felaket filmi eşittir aile ve kahraman’ formülünden bir milim dahi sapma göstermiyor. Kötü adam dahil herkesin filmdeki meselesi aileyle ilgili… Bunun tek istisnası, kriz masasını yöneten bakan gibi görünüyor. Ama onun da tüm ülke açısından ‘aile reisi’ gibi bir konumda olduğunu düşünebiliriz.
‘Parazit’te baba rolünde seyrettiğimiz yıldız oyuncu Song Kang-ho’nun canlandırdığı polis çavuşu İn-ho, uçakta bulunan eşini ve kayınvalidesini kurtarmak için mücadele ediyor. Filme eşinin onun için hazırlayıp bıraktığı öküz kemiği çorbasına yaptığı övgülerle dahil olan kendi halinde sıradan biri İn-ho. Ama belirli bir süre sonra Amerikan filmlerinden alışık olduğumuz, her tür sorumluluğu almaya hazır, aşırı özverili kahraman mitini temsil etmeye başlıyor.
Sürprizler içeren geçmiş hikâyesinin detaylarına ancak son bölümde vakıf olabildiğimiz Jae-hyuk (Lee Byung-hun), İn-ho’nun zıttı konumda, karmaşık ve gizemli bir karakter. Filmin ilk bölümünde onu biyoterörizm eylemini gerçekleştirmek isteyen Jin-seok ile havalimanında başlayan gerilimli ilişkisi üzerinden tanıyoruz. Hikâye geçmişe doğru açıldıkça, filmdeki işlevi de değişiyor. Jae-hyuk’un öncelikli hedefi, uçakta birlikte seyahat ettiği kızını kurtarmak. Ama üstüne düşenleri yapabilmesi için kökenleri geçmişe giden psikolojik sorunlarını çözmesi gerekiyor. 1970’lerin ‘Airport’ serisiyle dalga geçen ‘Airplane!’de (1980) Jae-hyuk’u andıran bir karakter vardır. Uçaktaki kriz ortamında yaşadığı psikolojik değişim süreciyle öyle iyi dalga geçilir ki, Hollywood’da uzun süre yazarlar benzer bir karakter yazmaya çekinmişlerdir. 1975 doğumlu Han Jae-rim ise 42 yıl önce çekilen ‘Airplane!’e hiç aldırmadan geçmişte verdiği kararın ağırlığını yaşayan Jae-hyuk’u filmin anahtar karakterine dönüştürmekten çekinmiyor.
Filmin başarısı, polis İn-ho ve Jae-hyuk gibi, felaket filmlerinden aşina olduğumuz karakterlerden ziyade uçakta yayılan virüsün Güney Kore ve diğer ülkeler için oluşturduğu salgın tehdidini işlemesinden geliyor. İşte bu yüzden, sorumluluk, inisiyatif alma ve kriz çözme konusundaki asıl fırtınalar uçaktan ziyade dışarda kopuyor.
Filmin ortaya attığı soruya kesin yanıt vermek kolay değil. İlk bakışta, doğru karar, çoğunluğun iyiliğini gözetmek gibi görünebilir. Peki ama, yardıma ihtiyacı olan insanları kendi kaderine terk etmek, ahlaken nereye kadar doğru bir karar olabilir ki? Hele ki bu kararı devlet verecekse… Sivil havacılık, güvenlik ve bilim insanları filmde olup bitenler konusunda ne der bilemem ama ‘Acil İniş’i sonuna kadar ilgiyle izlememizin belki de en önemli nedeni, önümüze sürdüğü bu soruyu ciddiye almamız.
Han Jae-rim’in yönetmen olarak en önemli başarısı, gerilim öğesini iyi kullanması ve 141 dakikayı pek hissettirmemesi… Daha en baştan, güzel görünen şık bir film çekmek istemediği belli… Sözgelimi, görüntü yönetiminde ilgiye değer bir tercih var. Renkler çok canlı değil. Hafifçe soluk ve soğuk bir renk paleti kullanılıyor. Burada asıl amacın gerçekçilik olduğunu düşünüyorum. Bu yaklaşımı filmin aydınlatma tarzından anlayabiliyoruz. Mesela, film boyunca birçok çekimde ışık kırılmalarını görüyoruz. Ayrıca ilk bölümdeki havalimanı sahneleri gerilla kamerayla, haber filmi gibi çekilmiş izlenimi veriyorlar. Uçak içindeki sahnelerde, son dönemde kabinde geçen birçok filmde hissettiğimiz stüdyo hissini vermemek için elinden geleni yapmış Han Jae-rim… Güzel resim veren, alan derinliğine sahip şık planlardan ziyade uçak içindeki klostrofobiyi hissettiren çekimlerle geliyor karşımıza.
‘Acil İniş’ hikâyesindeki yeni fikirleri, yönetmenliği ve oyunculuklarıyla vasatın üstünde bir felaket filmi. Sonuna kadar sıkılmadan, ilgiyle izledim. Ama sonuçta klişelerden vazgeçmeyen bir felaket filmi olarak beni çok etkilediğini söyleyemem.
6.5/10