Whitney Houston'ın trajik hikâyesi
Son yılların gözde türlerinden biri haline gelen müzisyen biyografileri, ‘I Wanna Dance with Somebody: Whitney Houston Filmi’ (Whitney Houston: I Wanna Dance with Somebody) ile devam ediyor.
Whitney Houston, zirvede olduğu yıllarda, medyada ‘Ses’ (The Voice) olarak anılırdı. Ailesi ve yakın çevresi içinse Whitney Houston değil, sadece Nippy’ydi… Filmin hedefi ‘Ses’in büyük başarısını ve Nippy’nin trajik hikâyesini birlikte anlatmak olarak özetlenebilir.
‘Bohemian Rhapsody’nin yazarlarından Anthony McCarten’in imzasını taşıyan senaryoda ilk anlardan finale kadar fazlasıyla dramatik çatışma var. Ama bana sorarsanız, sağlam bir dramatik ekseni veya güçlü bir ana fikri yok filmin. Bunun yerine peş peşe gelen birçok konu var. Senaryonun birçok odak üzerinden ilerlemesi bir tercih olabilir ama film bittiğinde yanıtını bulamadığımız birçok soru beliriyor zihnimizde. Yorumların seyirciye bırakıldığı aşikâr ama yeterince veri sunulup sunulmadığından emin değilim. Evet, senaryoda ilk bakışta Houston’ın hayatının tüm önemli başlıklarına yer verildiğini görüyoruz: Annesi Cissy’nin (Tamara Tunie) hayatındaki yeri… Babası John (Clarke Peters) için evlat olmaktan çıkıp ‘Whitney Houston’ markasına dönüşmesi… Şöhret olmadan önce birlikte olduğu Robyn Crawford (Nafessa Williams) ile ilişkisinin yıllar içinde geçirdiği dönüşüm ve elbette Bobby Brown (Ashton Sanders) ile o yıllarda medya manşetlerinden düşmeyen evliliği… Kuşkusuz, başka yan hikâyeler de var ama hepsinde derinlik sağlandığını söylemek mümkün değil. Her şeyin üstünden hızla geçip gidilmesi, tempoyu yükseltiyor, seyri kolaylaştırıyor ama bittiğinde kafamıza takılan çok soru var. Sözgelimi, Nippy’nin gençken babasına güvenmesini ve gelen paranın kontrolünü ona vermesini anlamamız mümkün. Ama kariyerinin henüz başındayken babasının ofisine girdiği anda gördüklerinden rahatsız olduğu halde neden göz yumduğunu ve ona güvenmeyi sürdürdüğünü çözemiyoruz. Ayrıca babasının her şeyi kontrol ettiğini neden o kadar geç anlıyor, orası da belirsiz.
Robyn ile olan ilişkisindeki kırılma noktaları belki daha kapsamlı anlatılıyor. Ki burada 1990’lı yılların ABD’sindeki homofobinin eleştirisi var. Şöhret olmadan önce Robyn ile açık şekilde yaşadığı birlikteliğini ‘imaj’ nedeniyle gizlemeye karar vermesi; sosyal hayatta erkeklerle görünmesine karşın onu hep özel hayatının içinde tutması, hikâyede önemli yer tutuyor. Bobby Brown ile ilişki kurmasıyla Robyn’den uzaklaşmaya başlıyor. Evet, süreç anlatılıyor ama yüzeysel olarak… Nippy’nin, ilişkiyi gizlemeye karar vermesiyle neler hissettiğini, tüm bunların ruhunda ne gibi izler bıraktığını kavrayamıyoruz. Kaldı ki, Robyn’den tam olarak nasıl ve ne zaman koptuğu belirsiz kalıyor. Kararlarını kendisinin aldığını görüyoruz ama içinde kopan fırtınaları sezemiyoruz. Sonuçta, üstünden şöyle bir geçilen ama hakkı verilemeyen, tek başına film olacak bir hikâye var orada.
Bobby Brown ile ilişkisi ve evliliği konusunda film, daha iyi bir yan hikâyeye sahip. Nippy’nin aile kurmak için kabul ettiği evliliğin neden hayatının en büyük hayal kırıklıklarından birine dönüştüğünü açık şekilde görüyoruz. İlişkilerinde neden – sonuç ilişkileri daha net.
Buna karşılık, uyuşturucu kullanımının giderek artması konusunda filmde tuhaf bir muğlaklık var. Sonuçta, olay bağımlılığın ötesinde bir özyıkım sürecine dönüşüyor. Clive Davis’in söylediği gibi ‘Stradivarius kemanı yağmura bırakmaktan farksız şekilde’ sigara içmesi de akıl alır gibi değil. Trajedi biraz da sesini kaybetmesiyle başlıyor zaten. Ama cesur ve özgüvenli Nippy’nin özellikle uyuşturucu konusunda hangi ara o raddeye geldiğinin sorusunun net yanıtı verilmiyor. Özyıkımın arkasındaki nedensellik ve dinamikleri yorumlamak tümüyle bize bırakılıyor. Houston, Robyn’i hayatından çıkarırken, Bobby Brown ve babası konusunda doğru kararları alırken, ne istediğini bilen güçlü bir kişilik... Aynı güçlü insanın, ne zaman ve nasıl çaresiz bir madde bağımlısı haline geldiği sorusunun yanıtı ise netleşmiyor. Ayrıca, hayatının son döneminde yaşadıklarının bir hayli yumuşatıldığını belirtmek gerek.
Öte yandan, Whitney Houston’ın müzikal kişiliğinin tatmin edici şekilde anlatıldığını düşünüyorum. Sadece herkesi kendine hayran bıraktıran müthiş sesi nedeniyle değil, genç yaşta annesinden öğrendiklerini çok iyi uyguladığı için de başarılı oluyor. İlk bölümde annesi Cissy ile olan ‘eğitim sahnesi’, tüm kariyeri için anahtar niteliği taşıyor. Annesi tekniğin ötesine geçen bir yaklaşımdan söz ediyor. Tüm şarkıların hikâye anlattığını ve yorumcunun önce bunu anlaması gerektiğinin altını çiziyor. Whitney Houston’ın da hayatı boyunca inanmadığı şarkıyı seslendirmediğini görüyoruz. Bu arada, gençliğinde çok baskın biri olarak çizilen annesi Cissy’nin Houston’ın hayatında neden giderek önemsizleşip silikleştiğinin açık yanıtı yok.
Prodüktörü Clive Davis’le (Stanley Tucci) ilk imzayı attıktan sonra müziğe bakışını konuştukları sahne de akılda kalıcı. Houston’ın en başından itibaren türler ve etiketlerin ötesinde sadece şarkıya, şarkının sözlerine ve yoruma odaklandığını görüyoruz. Davis’in önerdiği şarkılar arasından seçim yaptığı anlarda bütün o hitlerin arkasındaki müzikal ortak noktayı görüyoruz. İşte bu yüzden, imajın ve sesin ardındaki Nippy’nin değil ama bir yorumcu olarak Whitney Houston’ın daha iyi anlatıldığını düşünüyorum. En azından kendi adıma, Whitney Houston’ın 90’ların popüler müziğinde nerede durduğunu ve başarısının nedenlerini bu filmi seyrettikten sonra daha iyi anladığımı söyleyebilirim.
Annesinin sahneye çıktığı kulüpte, Clive Davis’in kendini dinlediğini bilmeden söylediği ‘The Greatest Love of All’ başta olmak üzere Whitney Houston’ın performansları, filmde çok önemli yer tutuyor. 1994 Amerikan Müzik Ödülleri gecesinde, bir şarkıcının peş peşe söylemesinin çok zor olduğu üç şarkılık ‘imkânsız medley’ performansının finale saklandığını belirtelim. Houston o tarihi gecede ‘I Loves You, Porgy’, ‘And I Am Telling You I’m Not Going’ ve ‘I Have Nothing’i peş peşe seslendiriyor.
Houston’ı canlandıran İngiliz oyuncu Naomi Ackie’nin tüm şarkı sahnelerinde eşleme ve dudak uyumu açısından mükemmel iş çıkardığını görüyoruz. Daha çok teknik iş olan senkronizasyon bir yana, fiziksel olarak benzemediği halde Houston’ı çok iyi yorumladığını söylemek gerek. Bundan sonra adını herhalde daha çok duyacağız. Naomie Ackie dışındaki oyuncu kadrosunun da filmin en önemli avantajlarından biri olduğunu belirtelim. Filmin artılarından söz ederken, ‘Harriet’ ile tanıdığımız Kasi Lemmons’un yönetmenliğini unutmamak gerek.
Zirveye çıktığı yıllarda Houston, ‘beyazlar için müzik yapmak ve yeterince siyah olmamak’ konusunda yıllarca sistematik olarak eleştirilmiş; hatta Soul Train Music ödülleri töreninde yuhalanmıştı. Houston’ın eleştirilere verdiği yanıtı daha sonra bir radyo programında dinliyoruz ama içten içe çok üzüldüğünü görüyoruz. Film, dışardan yıkılmaz gibi duran insanların böyle eleştirilerden ne kadar çok etkilenebileceğinin altını çiziyor. Kaldı ki, Bobby Brown ile ilişkisi de onun ‘Sen Whitney Houston’sın, onları umursama’ diye gönlünü almasıyla başlıyor.
Filmin hakkını tam olarak veremediği konu ise Whitney Houston’ın Amerika’nın çok sevdiği tatlı kız ve prenses imajının kendini yansıtmaması. Birkaç sahnede konudan söz ediliyor, Houston’ın rahatsızlığı vurgulanıyor ama öyle çok derinlemesine girilmiyor. Mesela elbise giymekten hoşlanmıyor ve Super Bowl Finali’ne spor giysiyle çıkıyor. Şarkılarını kendi seçen, müzik kariyerini istediği gibi şekillendiren, sahnede neyi neden yaptığını bu kadar iyi bilen birinin imaj konusunda neden ipleri elinden kaçırdığını kestirmek zor. Belki belli bir noktadan sonra özel hayatı öyle çalkantılı hale geliyor ki imajında radikal değişime gitmek istemiyor. Ama tıpkı Robyn’den kopuş sürecinde olduğu gibi dışa yansıttığı imajı ile kendi gerçek kişiliği arasındaki farkın ona neler hissettirdiği konusunda film net şeyler söylemiyor.
Filmdeki tüm bu sorunların ‘Bohemian Rhapsody’ ve ‘Rocketman’de de karşımıza çıkan ‘lisanslı biyografi’ yaklaşımından kaynaklandığını düşünüyorum. ‘I Wanna Dance Somebody’, senaryo yazarı Anthony McCarten’in geliştirdiği bir proje. Ama bir noktadan sonra ‘resmî Whitney Houston yaşam öyküsü’ne dönüştüğü kesin. Sonuçta, karakterlerin ve hikâyenin önceden ‘onaylanan bir çerçeve’nin içine yerleştirildiği belli.
Malum, ‘Bohemian Rhapsody’nin ardında Queen grubu, ‘Rocketman’in ardında Elton John vardır. ‘I Wanna Dance with Somebody’nin ardında ise Whitney Houston’ın yakın çevresi var. İlki onu keşfeden ve yıllarca birlikte çalıştıkları müzik prodüktörü Clive Davis… Diğeri, aileyi temsil eden ve hayatının son döneminde Whitney Houston’ın menajerliğini yapan Pat Houston. Her ikisi de filmin yapımcıları ve aynı zamanda karakterleri arasında.Dolayısıyla, onların hassasiyetlerine uygun olarak hazırlanan ve ailenin onayından geçen bir yaşam öyküsü izliyoruz. Bu yaklaşımın kuşkusuz avantajları olduğu kadar dezavantajları da var.
Avantajı, aileden, yakın çevreden büyük destek almak ve birçok bilgiye erişim sağlamak… Dezavantajı ise önceden çizilen çerçeve içinde kalmak; yaşam öyküsü anlatılan kişiye biraz ‘marka’ gibi yaklaşmak ve filmi de o markanın parçası haline getirmek. Filmde beni rahatsız eden noktanın tam olarak bu olduğunu düşünüyorum.
6/10