Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği, 9 dalda Oscar’a aday olan, ‘The Banshees of Inisherin’, 1923 yılının baharında, İrlanda’da geçiyor. İç Savaş’ın son döneminde Inisherin adında hayali bir adada...

        Pádraic (Colin Farrell), yıllardır her öğlen saat ikide köyün pub’ında birlikte bira içtiği arkadaşı Colm’u (Brendan Gleeson) almak için evine uğruyor. İçerde sessizce düşünceler içinde oturan Colm ona kapıyı açmadığı gibi pub’a da gelmiyor. Daha sonra Pádraic ile karşılaştığında onunla artık görüşmek istemediğini söylüyor. Üstelik gerekçe de göstermiyor. Şoku atlatamayan Pádraic durumu kabullenemiyor ve Colm’un peşini bırakmıyor.

        Filmi seyrederken yıllar önce üniversitedeki bitirme ödevim için üzerinde detaylı olarak çalıştığım İrlandalı yazar John Millington Synge’in 1907 tarihli ‘Babayiğit’ (The Playboy of Western World) adlı oyununu hatırladım. Hikâyeleri arasında benzerlik yoktu ama karakterleri, kara mizah duygusu, gerçekçiliği ve İrlanda köy yaşamını ele alış tarzına baktığımda aralarında bir akrabalık vardı.

        Kendi dönemindeki milliyetçilerden İrlanda köylülerini kötü göstermesi gerekçesiyle tepki görmesine rağmen Synge, ‘Babayiğit’te ülke folklorundan esinlenen son derece modern bir oyuna imza atıyordu. Sinemacılığının yanı sıra çağdaş İrlanda tiyatrosunun oyun yazarlarından biri olan McDonagh da uç noktalara gitmekten çekinmeyen inatçı karakterleriyle seyirciyi şaşırtan modernist bir köy hikâyesi sürüyor önümüze.

        REKLAM

        Evet, her şey bir arkadaşlığın aniden bitirilmesi ve bunun köy hayatındaki etkileri üzerine; ama anakarada süren İç Savaş’ı unutmamak gerek. Sömürgeci İngilizlere karşı değil, kendi içlerinde savaşıyorlar. Savaşın sesleri uzaktan, denizin karşı kıyısından geliyor ama adadaki etkisini hissediyoruz. İrlanda halkını birbirine düşüren İç Savaş, kasvetli bir ruh hali olarak küçük adanın üzerine çökmüş gibi… Karakterler film boyunca siyaset konuşmuyor; anakaradan görev için çağrılan köyün polisi kimin idamına gittiğini dahi bilmiyor, sadece kazanacağı ekstra 6 şilinden söz ediyor… Ama İç Savaş’ın tüm toplumu ve Inisherin köyünü zehirlediğini seziyoruz. Köy polisinin kaba tavrında, şiddetinde ve ‘Tanrı’nın minyatür eşekleri umursamadığını’ düşünen rahibin nobranlığında hep savaşın zehri var.

        Buna karşılık, Pádraic - Colm arasındaki ‘kardeş kavgası’nı ve tüm filmi, İç Savaş üzerinden okuyup defteri kapatmanın çok doğru olacağından emin değilim. McDonagh’ın önceki işlerinde olduğu gibi karakterler ve onların ilk başta anlaşılmaz, tuhaf gibi görünen davranışları üzerinde düşünmeye başladığımızda, ‘The Banshees of Inisherin’, geliştikçe psikolojik derinlik kazanan bir film.

        Hikâye örgüsünden ziyade karakterler arası çatışmalarıyla dikkat çeken bir film aynı zamanda. Sadece Pádraic değil dört karakter birden farklı krizler yaşıyor. İlk baştan itibaren, olaylara Pádraic’in cephesinden baktığımız için ‘onun arkadaşını yitirme ve yalnız kalma’ krizi öne çıkıyor bizim için.

        Buna karşılık, onunla baştan sona ‘duygu birliği’ içinde olduğumuz söylenemez. Günümüz şehirlerinde tüm ilişkiler gibi arkadaşlıkların başlayıp bitmesi de çok olağan karşılanır; dolayısıyla, çoğu insan Pádraic’in inatçılığını utanç verici kabul edebilir. Tam da bu nedenle, Pádraic’in ısrarı ve anlayışsızlığında belki rahatsız edici bir yan var. Ama anlamsız ve boş bir çaba değil bu…

        Pádraic’in arkadaşlığını sürdürme isteği o kadar güçlü ki, bir türlü pasif kalamıyor ve elinden geleni yapıyor. Çünkü Colm ile olan arkadaşlığını çıkardığımızda, hayatında büyük boşluk oluşuyor ve bu yüzden, aslında ayakta kalma mücadelesi veriyor.

        Colm’a dönersek, ilk başta ne istediğini çok iyi bilen, kararlı bir karakter... Rahip ve polisle ilişkilerine baktığımızda kendi değerlerine sahip bir fert olduğunu görüyoruz. Ama film ilerledikçe asıl büyük krizi, çelişkileri ve iç çatışmaları onun yaşadığını fark ediyor; Pádraic ile arkadaşlığın çok kolay ve eğlenceli olmadığını keşfediyoruz. Belli ki aldığı kararın ardında uzun süredir devam eden bir çaresizlik var. Pádraic’in, Colm’un yıllardır verdiği sinyalleri anlamadığını ve bir empati sorunu olduğunu sezmek mümkün. Colm’un sanatçı - müzisyen kimliğini kendini Pádraic’den ayrıştırarak ortaya koymak istemesi ve seçtiği sert, mağrur yöntem, belki çok kabul edilebilir değil. Ama Pádraic’nin sıkıcılığından kurtularak özgür olma arzusuna saygı duymak gerektiği kesin. Pádraic’nin ısrarını kırmak seçtiği yönteme baktığımızda ise Colm’un ruh halinin de feci şekilde harap olduğunu fark ediyoruz. Çünkü işin içinde, suçluluk duygusu ve kendini cezalandırma isteği var. Özetle, Colm filmin en karmaşık karakteri ve Brendan Gleeson karakterin melankolisini, ruhunun ince yanlarını ve çıkışsızlığını çok iyi yorumluyor.

        ‘The Banshees of Inisherin’in en ilgimi çeken yanlarından biri, hikâyenin Colm’un değil Pádraic’in bakış açısından anlatılması oldu… Colm’un cephesinden anlatılsaydı, Pádraic’ı ana karakterin özgürlüğünün önündeki bir engel, problemli, anlayışsız ve çekilmez bir adam olarak görebilirdik. Ama McDonagh daha ilk andan kamerayı Pádraic’in peşine takıyor ve onunla empati kurmamızı, yaşadığı hayal kırıklığını anlamamızı sağlıyor. Burada Colin Farrell’in oyununun katkısını atlamamak gerek. Farrell, karakterin naifliğini, duygusallığını, kırılganlığını etkili şekilde yorumluyor. Finale doğru arkadaşlığın onun için her şeyden daha önemli olduğunu kalbinizde hissediyorsunuz.

        McDonagh iki arkadaş arasında çıkan meselede son kararı seyirciye bırakıyor. Kimisi Colm’un özgürrlüğüne, kimisi Pádraic’ın bağlılığına karşı duyarlı olabilir. Kendi adıma ortada kaldım. Birçok sahnede Pádraic’e içimden ‘Bırak artık şu adamın peşini’ dedim belki ama öte yandan, Colm’un kararını da rahatsız edici ve kibirli buldum.

        Diğer iki karakter de en az Pádraic ve Colm kadar önemliler. Hatta Dominic (Barry Keoghan), filmin en şaşırtıcı kişiliği. İlk başta biraz köyün delisi gibi çıkıyor karşımıza. Densizliği, haddini bilmezliği rahatsız ediyor. Öte yandan, bazen öyle doğru tespitler yapıyor ki şaşırıyorsunuz. İki eski arkadaş arasındaki sorunu Pádraic’in ablası Siobhán’dan bile daha derinden gördüğünü seziyoruz. Siobhán’a olan ilgisinin sıradan cinsel arzu değil aşk olduğunu anladığımızda, ona saygı duyuyoruz. Finale doğru, filmdeki en büyük acıları aslında onun çektiğini keşfediyoruz. Barry Keoghan, Dominic için en iyi seçim olduğunu, yer aldığı her sahnede gösteriyor.

        Siobhán da akılda kalıcı, anahtar bir karakter. Sadece elbiselerinin rengiyle dahi aslında o adaya ait olmadığını, orada sadece Pádraic için kaldığını çıkarsamak mümkün. Siobhán, kitap okuyan, kültürlü, aydın biri. Onun üzerinden Colm’un kendini sanatçı olarak ayrıştırma arzusuna da farklı bir yerden bakıyoruz. Mütevazı Siobhán, Colm’dan daha bilgili ve olgun görünüyor. En güçlü yanı ise köyde köylü olmak gerektiğini bilmesi… Neye nasıl tepki göstereceğini, sesini ne zaman yükselteceğini ve nerede ne söyleyeceğini herkesten daha iyi biliyor. Şehre gittiğinde tam bir şehirli olacağına da eminiz. Özetle, Colm’un inatçılığı ve katılığı yanında Siobhán’ın duruluğu, esnekliği ve doğallığı, bize daha iyi geliyor. Kerry Condon da filmin ‘kare ası’ndaki mükemmel oyunculardan biri.

        Filmdeki hayvanları ve Pádraic’in onlarla kurduğu bağı unutmamak gerek. Pádraic’in çok sevdiği minyatür eşeği Jenny ve Colm’un ‘bilge köpeği’nin, hikâyenin gelişiminde anahtar rol oynadıkları dahi söylenebilir.

        McDonagh ile ‘Seven Psychopaths’den (2012) bu yana birlikte çalışan ve son dönemin bazı önemli Marvel filmlerinin görüntü yönetmenliğini yapan Ben Davis’in çalışmasını ayrıca ele almak gerek. Davis, iç mekânlarda küçük pencerelerden gelen gün ışığı üzerinden figüratif resimde gerçekçi tarzı tercih eden Avrupalı ressamları akla getiren bir çalışma koyuyor ortaya. Dış mekânlarda ise ağaçsız çayırlar, birbirlerinden uzak evler, ıssız kumsallar ve gri gökyüzüyle gelen keskin bir melankoli duygusu var. McDonagh’ın filmin kalbine işlemeye çalıştığı tam bir İrlanda melankolisi bu… Carter Burwell’in karakterlerin hep bir adım gerisinde duran alçakgönüllü müziğinin de bu duyguya azımsanmayacak katkı yaptığını söyleyelim.

        Film üzerine düşündükçe, McDonagh’ın kendine özgü, çok iyi bir yazar olduğunu bir kez daha kabul ediyorsunuz. Yaklaşık 4-5 yıl arayla çektiği filmlerinin temellerini gerçekten sağlam kuruyor. Sinemanın olmadığı bir çağda yaşasaydı eminim çok başarılı bir oyun yazarı veya romancı olurdu.

        İçerdiği ‘ş’ sesiyle kulakta hoş bir tını bırakan ve Colm’un melankolisine vurgu yapan şiirsel ‘The Banshees of Inisherin’ adının Türkiye’de korunmasının da doğru karar olduğunu düşünüyorum.

        7/10

        Diğer Yazılar