Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Siyasi gelişmeler, yeni parti iddiaları, AK Partinin kendi içinde yaşadığı tartışmalar, başkanlık sistemine ilişkin revizyon beklentileri ve kabine değişikliğini şöyle bir dönemde konuşuyoruz;

        - Rusya’dan S-400’ler geliyor. ABD hem F-35’leri vermem diyor hem de CAATSA yaptırımlarıyla tehdit ediyor.

        - Suriye, çatışmasızlık bölgesi olarak tanımlanan İdilb’i sıkıştırıyor. Orada 12 gözlem noktamız ve yönettiğimiz riskli bir süreç var.

        - ABD Suriye’nin kuzeyindeki PYD/PKK terör koridorunu boşaltmak şöyle dursun Fransa, İngiltere ve Almanya’dan asker desteği istiyor.

        “Anlaşmıştık” dediğimizde; “ama sen de Rusya’dan S-400 alıyorsun” diye itiraz ediyor.

        - Doğu Akdeniz’de İsrail, Mısır, Yunanistan ve Rum Kesimiyle uğraşırken üstüne önce dünyanın jandarması ABD sonra da Avrupa ülkeleri ekleniyor.

        Yaptırım tehditleri peş peşe…

        - Ekonomi, tüm vatandaşlarımızı ilgilendiren derin bir yaraya dönüşüyor.

        Yerel seçimler bitmiş, AK Parti İstanbul’da gerçek bir yara almış ve memleket yeni siyasi partilerle sistem tartışmalarını konuşuyor.

        Yukarıda yazdığımız tüm başlıklara, kurulması planlanan siyasi partilerin nasıl yaklaşacağı çok kritik.

        Önümüzdeki yıllarda Türkiye siyasetine yön verecek genç kuşakların, sıralanan bazı maddelerle muhatap olmaya devam etmesi de muhtemel.

        YENİ SİSTEMDE YÖNETİME KATILIM MESELESİ

        Mevcut sistem dünyada yönetime katılım açısından değerlendirildiğinde küçük büyük tüm siyasi hareketlerin en yüksek oranda temsil edildiği bir sürece dönüştü.

        Böyle mi hesap edilmişti, yoksa taktik yanlışlar sonucu mu bu durum oluştu bilemeyiz.

        Ama sonuç bu.

        Ertuğrul Özkök, Yunanistan seçimlerini %39 oy alarak kazanmış olan yeni Başbakan Miçotakis üzerinden çarpıcı bir soru sormuş:

        “Başka hiçbir partiye ihtiyaç duymadan, hiçbir ittifaka girmeden tek başına hükümet kurmayı başarmış bir başbakan mı daha rahattır?

        Yoksa yüzde 51’i elde etmek için yanına mutlaka birini almak, bir ittifak kurmak ve o ittifakın gerektirdiği dengeleri gözetmek zorunda olan bir başkan mı?” diye.

        Durumu böyle değerlendirmek katılımcı demokrasi açısından pek sağlıklı değil elbette. Muhtemelen Özkök burada biraz ironi yapmış. Ve AK Parti’nin bugün karşı karşıya kaldığı soruna işaret etmiş.

        Neticede Türkiye’de yeni sistemle birlikte, ittifaklar sonucunda baraj sorunu olmaksızın herkes kendine bir yer buldu.

        %50+1 meselesi ise uzun zamandır tartışılan bir konu.

        AK Parti “revizyon”u konuşurken, hangi alanlarda nasıl bir değişim yapılacağı da merak ediliyor.

        Kimileri yeni sistemle seçim barajının dolaylı biçimde %50+1'e çıkarıldığını düşünüyor.

        Sonra da; “Aslında başkanlık sistemine mutlaka geçilmeliydi, sistemi korumalıyız ama %50+1 kriteri olmamalı” diyor.

        Buradan kasıt; seçimden çıkan birinci partinin iktidar olması.

        Yani diyelim ki birinci parti %38 oy aldı. Devlet başkanı o partinin lideri oluyor. İkinci tur falan yok. Belediye başkanlık seçimi gibi düşünebilirsiniz.

        Mümkün mü? Cumhurbaşkanı “şimdilik gündemimizde böyle bir şey yok” dedi.

        Ama sanki tartışılıyor.

        Peki bu durum, ülkenin tüm sosyolojisinin en sağlıklı şekilde temsil edildiği bir demokrasi anlayışını ortadan kaldırmış olur mu?

        Kesinlikle evet.

        Başkanlık sistemleri veya referandumlarda esas olan her zaman %50+1’dir. Birbirine çok yakın oranlarla dahi sonuçlansa o eşiği aşmış olan, iktidarı kazanır.

        Bunu “oy farkı” üzerinden tartışmak, sadece yeni birtakım siyasi ve sosyolojik tespitlerde bulunmak adına fayda verebilir.

        Böyle bir sistemde (%50+1) kimse iktidarın meşruiyetini tartışmaya açamaz.

        Zira toplumun tüm kesimlerinin sürece bir vesileyle (ittifaklar üzerinden) dahil olduğu deyim yerindeyse “sıfır barajlı” seçimde, katılım oranına paralel bir temsil söz konusudur.

        İttifakların siyasi partilerin hareket alanını kısıtladığını düşünmek yerine, uzlaşı zeminini genişlettiğini değerlendirsek acaba nasıl olur?

        AK PARTİ AÇISINDAN YÖNETİLEMEYEN SÜREÇLER

        - 31 Mart seçimlerinin yenilenme kararı, “çaldılar” vurgusu, “kazansa da çalışamaz tehdidi”

        - Seçimlere üç gün kala teröristbaşı Öcalan mektubunun Anadolu Ajansı tarafından servis edilmesi.

        - Seçimden bir gün önce, Osman Öcalan röportajının TRT’de yayınlanması.

        - 23 Haziran'da neredeyse 10 puan farkla gelen büyük hezimet.

        - Kadın konusu ve İstanbul sözleşmesi tartışmalarıyla KADEM.

        - Gazetecilerin isimleri üzerinden hazırladığı “Medya Raporuyla” SETA.

        AHMET DAVUTOĞLU TÜZÜK HAZIRLIYOR

        Ali Babacan'ın durumu zaten malumunuz. Artık fotoğraf iyice netleşti diyebiliriz.

        Ahmet Davutoğlu ile ilgili süreci de herkes merak ediyor.

        Davutoğlu’na yakın kaynaklar hocanın eleştirilerini, öncelikle parti içinde köklü bir değişiklik beklentisi olarak değerlendiriyor ancak o büyük değişikliğin gerçekleşme ihtimalinin çok zayıf olduğunu söylüyorlardı.

        Babacan’la birlikte hareket etme konusu tamamen rafa kalkınca, “Hoca yeni parti kurma riskine girer mi?” sorusu biraz daha tartışıldı.

        AK Parti’de, Davutoğlu ve ekibinin beklediği o “büyük değişiklik” olacak şey değil.

        Bugünlerde Ahmet Davutoğlu kurmaylarıyla birlikte, kurmayı düşündüğü partinin tüzüğünü yazıyor.

        Davutoğlu zaten uzun zamandır AK Parti'de görevden alınan tüm il başkanları, tekrar aday gösterilmeyen eski belediye başkanları ve küskünlerle temastaydı. Dolayısıyla parti kurarsa teşkilatlanması hızlı gerçekleşebilir.

        Uluslararası İlişkiler profesörü ve uzunca bir dönem Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Davutoğlu’nun, geçtiğimiz Nisan ayında yayınladığı 15 sayfalık manifestoda dış politikadan bahsetmemesi ise hayli dikkat çekiciydi.

        Dış politika, Suriye ve Irak süreci başta olmak üzere Ahmet Davutoğlu’nun yumuşak karnı sayılabilir.

        Babacan’ın seküler dahi diyebileceğimiz bir merkez sağ partisi kurma düşüncesine karşılık, Davutoğlu’nun biraz daha “İslamcı” çizgide ve dilde hareket etmesi şaşırtmaz.

        Türkiye’nin siyasi çizgisi bu iki seçenek arasında hangisine doğru kayıyor diye sorarsanız, Babacan’ın daha avantajlı olduğunu söyleyebilirim.

        FETÖ-Daiş gibi terör örgütlerinin yarattığı olumsuz algı ve Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler sempatisi üzerinden yürütülen bazı hatalı politikaların Türkiye’ye maliyeti, çok uzun zaman önce “siyasal İslam” eleştirisine dönüştü.

        Üzerine; kutuplaşma sorunu, Y ve Z kuşağındaki sekülerleşme ve AK Parti’ye yönelik eleştirileri de kattığımızda orta vadede, uzun yıllar kendisini yeniden ifade etme çabasına girmek zorunda kalacak bir “siyasal İslam” algısından söz edebiliriz.

        Ahmet Davutoğlu’na dönecek olursak; bence Hoca’nın parti kurmadan önce mutlaka dış politikaya ilişkin kendisine yöneltilen eleştirilere yanıt verecek hatta özeleştiri de yapacak güçlü bir manifesto hazırlamasının zamanı geldi de geçiyor.

        Diğer Yazılar