Propagandada "ilk ad" modası
Yerel seçim, yasanın izin vermemesine karşın yapılan ittifaklar bir yana birçok ilki de başlattı.
Bu seçimin ilklerinden biri belediye başkan adaylarının afiş ve pankartlarının hemen hepsinde, kalbinin üzerine sağ elini koymuş, iki kolunu göğsünde bağlamış veya ileriyi parmakla gösteren gülümseyen bir yüz ifadesinin yanında yer alan farklı karakterlerle kocaman yazılmış ilk isimleri…
Parti adları ise hemen hepsinde geri plana düşmüş.
Ne hizmet getireceği veya hangi projeleri vadettiğinden daha çok adayın kocaman adı afişleri süslemeye başlamış…
Bir süredir dolaşmakta olduğum Anadolu’nun hemen her ilinde karşılaştığım şu ki çoğunluğu soyadını dahi kullanmıyor…
Bir zamanlar açık hava gazinosuna çıkan şarkıcıların tarzında çektirdikleri resimleri ve yazı stilleriyle, afişin neredeyse dörtte üçünü kapsayan isimleri yer alıyor…
Veya söylenmesi ve akılda kalması kolay ise sadece soy ismini kullanıyor, adını hiç bir şekilde geçirmiyor…
İMAJ MAKER İCADI
Anlaşılan o ki yeni nesil siyasal reklamcılar veya moda adıyla, “imaj makers…(imaj yapıcılar) ” siyasetçileri sanatçı gibi pazarlamaya karar vermiş…
İnsanoğlunun var olduğu günden bu yana geçerli olan imaj yaratma çabasında yeni bir araç ve buna uygun aracılar keşfetmiş.
Zihinsel, sözel ve algısal üç gücü, politikacının ilk adında bütünleştirmiş ve samimiyet imalatı yapmaya çalışmış.
Siyasette oy almanın yarısı imaj, geri kalan yarısı da o imajın toplumsal algıya satışıdır ilkesini harekete geçirmiş.
Adayı, ilk ismiyle hitap edilen evin mensubu, yakın arkadaş imajına büründürmüş.
Politik gerçeğin, imaj yoluyla samimi dostluğa indirgenmesi yoluna gidilmiş.
İstenen, algılanan ve yaşanan imaj bütünleşmesi yoluyla, kişisel ve öz imaj faktörüne odaklanılmış.
Bu alandaki en ünlü kuramcılardan Eleri Sampson’un “İmaj Faktörü” kitabı sanki bütün adayların imaj yapıcıları tarafından okunmuş ya da hepsi diğerinden yöntem aşırmış; kopyalamış.
Ama o kadar kötü kopyalama yapılmış ki, aslı kopya olanın kopyalanması yoluna gidilmiş…
Çünkü afişlerin neredeyse tamamı, sivil toplum kuruluşu tarafından hayrına yaptırılmış gibi aynı kalemden ve dizayndan çıkmış…
Bu da algılanması beklenen imajı tersine çevirip, kargaşaya yol açmış…
İstenen ve yaşanan imaj kavramı, bir anda algılanmayan ve sıradanlaşan hale dönüşmüş, o da yaratılmak istenen imajı yerle yeksan etmiş…
İLK ADLA HİTABIN AĞIRLIĞI
Oysa bir siyasal ürünü pazarlamanın asıl yolu, ille de gerçekleri anlatmak değil, onun ikna edici versiyonunu üretmekten geçer.
Adayın sahip olduğu kişisel ve profesyonel yeteneğinden çok bunların hangi oranda algılandığıyla ilgilidir.
Özetle, algılanan imaj istenen ve yaşanabilen imaj olmalıdır ki taşıyan için sorun olmasın; yük teşkil etmesin…
Yoksa 70’ine merdiven dayamış bir kişiye gençlik arkadaşıymış gibi ilk adıyla hitap edilmesini reklamla dayatırsan, o imaj olmaktan çıkar, taşınması zorlaşır, alay haline dönüşür…
Yaratılmak istenen kanaati de tersine çevirir, ciddiyetsiz hale getirir…
Propagandanın en önemli unsurlarından “parıltılı genelleme”, “rasyonalizasyon”, “kasıtlı muğlaklık”, “transfer” ne de “sokaktaki adam” tekniğine uyar…
LAKAPTAN İLK İSME
Oysa Türkiye 1970’li yıllar sonrasında imaj yaratma konusunda en başarılı ülkeydi.
Parti yerine liderin pazarlama dönemine geçildiği yıllarda, isimden çok lakap öne çıkarıldı.
“Ebedi Şef”, “Milli Şef”, “Barajlar Kralı”, “Mücahid”, “Başbuğ”, “Kıbrıs Fatihi”, “Karaoğlan”, “Baba”, “Hoca”, “Abi”, “Çoban Sülü”, “Bir Bilen”, “Bacı”, “Kasımpaşalı”, “Reis” lakapları liderlerin kimlikleri ile bütünleşti.
Hatta ters etki yaratan “Hortumcu”, “Çankaya’nın Şişmanı”, “IMF Müdürü”, “Götürücü” gibi lakaplar da yine siyasi kimliklerle bütünleşti.
Türk siyaseti uzun yıllar lakap imajıyla yol aldı.
SIFAT DA TÜKENDİ
Ardından liderin adının önüne konulan sıfat imajı dönemi geldi.
“Sayın Başbakan…”, “Başkan”, “Önderimiz, liderimiz”, “Asrın lideri”, “İcracı bakan…” ön ekleri süreci yaşandı.
Sonunda bu noktaya gelindi ve tek başına ilk adın kullanıldığı imaj sürecine girildi.
Bunu gerçekleştiren imaj yapıcılar, “bir kişinin ismi, o kişinin dünyanın herhangi bir dilindeki en tatlı ve önemli sestir…” ilkesinden hareket etmiş olabilirler.
Ancak unutulmasın ki bu karşısındaki söylediğinde geçerlidir.
Kendi kendine söylenmesini istemesi ise başka bir anlama gelir…