CHP'nin Şam konuklarına Dışişleri'nden vize vetosu
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, uzun süre hükümetten talep ettiği Suriye Konferansını, kendilerinin düzenleyeceğini ilk bu sütundan duyurmuştu.
Konferansın tarihi aradan geçen zaman içinde bir kez ötelendi, katılımcı yoğunluğu dolayısıyla bir kez de yeri değişti.
Sonunda Tarabya Oteli’nde yarın gerçekleşecek.
Konferansa katılımcı olarak daha önce Kılıçdaroğlu’nun da dile getirdiği gibi PYD/PKK’yı temsilen herhangi bir davetli yok.
ESAD’IN SAĞ KOLU
Ancak yapılan görüşmeler sonucu Şam yönetiminden bazı isimlerin gelmesi üzerinde de uzlaşı sağlanmış, gelecek olanların vize sorunları da Dışişleri Bakanlığı üzerinden çözülmüştü.
Bunların arasında en dikkat çeken de Şam yönetimi lideri Beşar Esad’ın sağ kolu olarak da bilinen, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Khalaf El Maftah idi…
Khalaf El Maftah, baba Esad döneminden bu yana yönetim erkleri içinde yer almış, kızını da Hataylı bir Türk genci ile evlendirmiş, Türkiye dostu bir isim olarak biliniyor.
CHP de bu kişiyi Konferans programında AB Türkiye Temsilcisi Christian Berger ve eski Dışişleri Bakanı, CHP Genel Başkanı Hikmet Çetin ile aynı oturumda konuşmacı olarak göstermişti.
TÜRKİYE'YE GELECEKTİ ÇİN'E GİTTİ
Aradan geçen 10 günde ilginç gelişmeler yaşanmış.
Önce AB Temsilciliği Berger'in o tarihte Türkiye dışında olacağını belirterek toplantıya katılamayacağını duyurdu.
Toplantıya bir gün kala öğrendim ki Enformasyon Bakan Yardımcılığı da yapan, al-Wehda Basın Vakfı’nın Başkanı olan Khalaf El Maftah da gelmekten vazgeçmiş.
Türkiye'ye gelecekken, Çin'e gitmiş.
Yerine de Baas Partisi tarafından iki isim önerilmiş…
Bunlardan biri geçmişte Türkiye'de gazeteci ve diplomat olarak çalışmış bir isim.
Ancak Dışişleri Bakanlığı bu iki yeni ismin gelmesine olumlu bakmamış ve vizeleri için onay vermemiş; yani veto etmiş.
Onların yerine yeni birini de Baas Partisi yani Şam önermekten vazgeçmiş.
VEKALET DİN ADAMINA
Başka gelecekler de vardı.
Ancak onların durumunun da tam olarak netleşmediği, kesin olanın Rus Devlet Haber Ajansında görev yapan Suriyeli bir gazeteci olduğu bildirildi.
Diğer davetlilerin ise kendilerini temsil yetkisini Suriye’de etkili olan Katolik ve Ortodoks dünyasının temsilcisini durumunda bulunan Suriye Hıristiyan Derneği Başkanı Wael El Malasi'ye devrettiklerini bildirmişler.
Bu gelişmeler Ortadoğu sahasında her şeyin eskisi gibi yürüdüğünü gösteriyor.
Gelişmeler de gösteriyor ki Şam yönetimi ile temas kurmak o denli kolay değil; araya anında şeytanın avukatları dalıyor.
Bu da diplomasinin genel kuralı olan küçük delikten girip, olumlu bir sahaya ulaşılmanın araçlarını ortadan kaldırıyor,
Teması sağlayacak kişileri ortadan kaldırıyor.
Şam, gelecek olanı 10 gün içinde Çin'e yollarken, önerdiğine de Ankara olumlu bakmıyor.
Suriye sahasında her şey her an olabilirliğini koruyor.
Kastamonulunun dediği gibi daş düşebülü, ayı çıkabülüğü…
***
Erdoğan’ın BM’den gösterdiği rakamlar
Cumhurbaşkanı Erdoğan BM Genel Kurulu’ndaki konuşması sırasında önemli bir veriyi de dünyaya gösterdi.
Aslında sergilemek istediği Fırat’ın doğusunda daha önce ABD Başkanı Trump tarafından da dile getirilen 32 kilometrelik derinlikteki bir alanın oluşmasıydı.
Bu alanın güvenli bölge haline getirilmesi durumunda Türkiye’de yaşamakta olan 1-2 milyon Suriyelinin bu bölgeye gönderilebileceğini belirtti.
Bir de harita gösterdi.
Harita ABD desteğindeki PYD bölgesi alışılageldiği gibi sarı renkle gösterilirken, 32 kilometrelik derinliğin nereye kadar ulaşacağına da işaret ediyordu.
HARİTADAKİ RAKAMLAR
Bu alanda kalan 3 yerleşimin altındaki çıkmalarda ise kaç köy ve ilçesinin bulunduğu ve nüfus yer alıyordu.
Benim dikkatimi buralara yerleştirilmesi hedeflenen nüfus çekti.
Buna göre Rakka’nın 6 ilçesi, 70 köyü vardı ve 530 bin nüfus görülüyordu.
Hemen yanıbaşındaki Tal Abyad’ın ise 3 ilçesi, 63 köyü ve 405 bin nüfusu vardı.
Kobani, asıl adıyla Ayn El Arab’ın ise bir ilçesi ve 7 köyü vardı, nüfus olarak da 65 bin rakamı yazılmıştı.
Bu rakamlara bakarak Türkiye’nin güvenli bölge oluşturması halinde hangi bölgeye ne kadar insan yerleştirme planını yaptığının aktarıldığından söz edilebilir.
Ancak unutulmamalı ki bu kentlerin ağırlıklı bölümü şu an tam bir nüfus patlaması yaşıyor.
ON KAT ARTIŞ
Örnek Kobani’yi alalım.
Merkez nüfusu çatışmalar başlamadan önce 20 bin civarında görülüyordu.
DAEŞ’in ilk atağının yaptığı kent tam anlamıyla harap olmuş, nüfusunun ağırlıklı bölümü Türkiye’ye kaçmış veya çevre yerleşimlere gitmiş durumdaydı.
Geri dönüş kapsamında bir hareketlilik yaşandı ve kentin nüfusu 40 bine ulaştı, bugün hedeflenen ise bir kasaba ve 7 köyü ile birlikte 65 bin…
Benzer durum Ceylanpınar’ın tam karşısında olan Resulayn için de geçerli.
Çatışmaların yoğun olduğu dönemde 55 bine kadar gerilemişti, Erdoğan’ın gösterdiği haritadan da anlaşılıyor ki bugün Resulayn’ın 6 kasaba ve 70 köy ile birlikte hedeflediği nüfus 530 bin.
Tal Abyad’ın durumu ise daha dikkat çekici.
DAEŞ ile PYD arasında çatışmasız devir teslimin yapıldığı Akçakale ile yapışık Tal Abyad 3 kasaba ve 63 köy ile 405 bin…
Toplamda 150 kilometreyi bulmayan bu alandaki toplam nüfus ise bir milyona yaklaşıyor.
Böyle bir yapının kent içlerinde de güvenliğe hakim yapı oluşturulamadığı sürece nasıl kontrol edileceği ise tartışılır.
FIRAT VE ZEYTİN DALI BÖLEGESİ
Diğer alanlardaki durum da bunun en güzel örneği.
Zeytin Dalı öncesi Afrin'in nüfusu 66 bine kadar inmişti, harekat ile 300 bini buldu.
Azez ise 150 binden 300 bine ulaştı.
Fırat Kalkanı öncesi nüfusu 4 bin olan Çobanbey önce 20 bin ardından 40 bini geçerken, nüfusu 7 bine inen Cerablus ise 40 bine çoktan ulaştı.
Al Bab ile bu alandaki nüfus 300 bini çoktan aştı…
Bütün bunları yazmamın nedeni, demek ki güvenli olduğu gösterilirse insanlar kendi topraklarına dönebiliyor.
Önemli olan o dönüşün nasıl sağlanacağında ve güvenliğin hangi yöntemle sunulacağında.
***
Bir Ankaralının deprem deneyimi…
Ankara’dan üç akademisyen arkadaşımla sabah erken yola çıktık.
Bir ayrıntı vereyim üçü de öğretim üyesi ama aynı zamanda emekli asker…
Keyifli bir yolculuk sonrası İstanbul’a ulaştık, onların toplantısı olduğu için Haliç’in hemen yanıbaşındaki Kadir Has Üniversitesi’nin yolunu tuttuk.
Üniversite kapısından girmek üzereydik ki çevrede bir acayip hareketleme oldu.
Cep telefonuma ardı sıra son dakika mesajları gelmeye başladı; “deprem olmuş” cümlesinin ağzımdan da çıkışı bir oldu.
Daha bir dakika önce gerçekleşmişti ve biz otomobilin içinde olmamızdan kaynaklansa gerek fark etmemiştik.
Cadde çevredeki ev, işyerlerinden çıkanlar ve ağırlığı öğrenci olan yüzlerce kişiyle doldu, çevremizdeki güvenlik görevlileri de daha sakin bir noktaya ulaştırmanın gayretine düştü.
TOPLANMA ALANI MI?
Alınması gereken ne önlem varsa yapılıyor, öğrencilerin sakin bir şekilde üniversiteyi terk etmeleri isteniyor, toplanma noktasına doğru yönlendiriliyordu.
Biz dört Ankaralı daha üniversitenin kapısından yeni girmiş olmakla birlikte o noktaya ilk ulaşandık.
Toplanma noktasına gelenlerin en önünde de kısa süre önce Ankara’dan İstanbul’a gönderdiğimiz bir öğretim üyesi arkadaşımız vardı.
Dikkat ettim deprem konusunda en az etkilenen Ankara olmasına karşın, bu konuda en temkinli ve hassas davranan bizlerdik.
İstanbullu arkadaşlar ise daha az heyecan yapan, teskin edici espriler geliştiren, daha esnek temkinlilik halindeydi.
CEP TELEFONUNU ÇÖKERTEN
Ancak iki tarafı birbirinden ayıran en önemli özellikleri ise cep telefonlarını kullanma biçimleriydi.
Dikkat ettim İstanbullu arkadaşlar telefonları ile tanıdıklarını arayıp ne derece korktuklarına ilişkin bilgi toplarken, biz Ankaralılar depremin boyutu, derecesi, etkisi, zararı gibi konularla meşgulduk.
Baktım sadece öğretim görevlileri değil, öğrencilerin tamamının tutumu da benzerdi.
Bayramda dahi arama gereği duymadığı tanıdığını arayıp korkusunun derecesini ölçerken, bir diğer taraftan da gelen diğer telefona yanıt verip, “Sen de çok korktun mu?” diye sormaktan da geri durmuyordu.
Sonuçta iki dakika sonra telefonlar çökmüş, kimse kimseye ulaşamaz olmuştu.
YENİKAPILI SÜLEYMAN
Haliç’ten çıkıp Taksim’e ulaşma çabam ise başlı başına bir maceraya dönüştü.
Yenikapılı taksici Süleyman’ın çaresiz halimi görüp müşterisinden izin alarak otomobiline davet etmesiyle bir saat sonra taksiye binebildim.
Beni misafir etmesini kabul eden genç müşteri ise annesinin depremden çok korktuğunu belirtip taksiyi Maslak’a yönlendirdi.
Biz yol aldıkça trafik arttı, saatler birbirini kovaladı.
Zaten vardığımızda da akşam oldu, Taksim’e gitmemin anlamı kalmadı.
Bir Ankaralının İstanbul’da deprem deneyimi de böyle noktalandı.
Üstelik bu sarsıntı da zarar vermeyen boyutta olanıydı…
Şunu belirteyim ki deprem anında nelerin yapılması gerektiğinden çok nelerin yapılmaması gerektiği öğretilmeli.
Dilerim olmaz, ama büyük bir deprem olursa Gebze’den ders alamadığımız bir daha ortaya çıkar.