"Gitti…"
SALONA girdiğimde soldaki kanepede oturuyordu.
Göz göze geldiğimizde Andree’nin ağızından tek kelime çıktı:
“Gitti…”
Oysa daha birkaç gün önce telefonda konuştuk.
Ben, “Daha fazla köşe yazısı yaz” derken, Anadolu’dan gelen içten sesiyle “Halim yok babam, inan bana halim yok” karşılığını vermiştin.
“Yazarsan dinçleşirsin…” deyince kahkaha atıp, ağrılarından ve güçsüz kaslarından söz etmiştin.
Biraz müzik yapmanı, enstrüman çalmanı önerdiğimde de sol anahtarlı keman sehpasının önüne uzun süredir uğramadığını söylemiştin…
Vedalaşmadan telefonu kapatmıştık...
Gece haberi alıp evine gittiğimde Andree bitkin bir halde senin için sadece “Gitti…” diyebildi…
Oysa sabah enerjin yerindeymiş.
Sonra konukların gelmiş, Haluk ile tavla oynamışsın.
Ardından memleketinin buram buram kokusuyla dolu, çok sevdiğin çiğ köfte gelmiş…
Her zamanki gibi mutlu olmuş, bir iki tane yedikten sonra nefes almakta zorlanmışsın.
Andree anlattı…
Oksijen seviyen düşmüş, göz kapakların kapanmış.
Haluk ile müdahale etmiş, oksijen seviyesini arttırmak için uğraşırken ambulans çağırmış…
Hastaneye vardığında daha da ağırlaşmışsın.
Geri döndürememişler seni…
NEREYE BAKSAM BİR VEDA
Bunları dinlerken gözüm evin içini dolaştı.
Neresine baksam senden bir veda karşıma çıktı.
Karşıdaki dolapta iki yıl önce hepsini tek tek alıp, birer şarkı türkü çaldığımız, o çok sevdiğin kanun ve keman; hemen yan tarafında ise bağlama…
Diğer tarafında okumaya devam ettiğin, sayfalarının arasında ayraçları duran kitaplar…
Daha bahçe kapısından girişte karşılayan kediler de yoktu; yasa çekilmişlerdi…
Postal ve Suşi de bahçeden havlamadı, sanki sessiz vedalarını çoktan yapmışlardı…
Ağaçlar, çiçekler bir yana, doluyla karışık yağmuru başımızdan aşağı varille boşaltan hava da olan biteni yaşar gibiydi.
Delirip fırtınayla boca ettiği doludan eser kalmamış, yaprak sallayacak kadar dahi nefesini çıkarmaz olmuş, o da vedaya çekilmişti.
Hatırlar mısın bir yazında bu gibi günleri “Ayrılık mevsimidir bu aylar” diye tanımlamıştın.
Sanki dünü tarif ediyordun:
“Dün gece ilk yağmur yağdı…
Çatıda tıkır tıkır…
Küçük gölcükler oluştu sokakta…
Kediler saçak altlarına sığındılar…
Bu sonbahar yağmurları, sanki doğanın ayrılıklara ağlayışıdır…”
Bir başka yazında, “Ben o vedaları bilirim…” demiştin.
Bildiğin gibiydi Bekir Ağabey…
Yazındaki gibi “her şey zordu…”, ama bütün vedalar gibi de aynıydı…
Bir öğretmenin öğrencisine bakan o gözlerini aradım etrafta…
Benim gözdeki yaş da ayrılıp durdu o vedalara baktıkça…
Postal’ın durumu malum, ama Suşi de ses etmedi.
Mektuplarını sana teslim etmiş gibi bahçeden içeri adım atmadı.
Anlıyorum ki “O benim köpeğim değil, ben onun insanıyım dediğin” Pako’ya mektuplarını yazıp çoktan sana teslim etmiş olmanın huzuru içindeler…
Bir an oradaki halinizi göz önüne getirdim…
Pako ile “He Valla… bak babam ne anlatacağım sana…” diyerek başlar, baş başa verir dertleşirsiniz artık…
Gorbi, Alis, Rok da bekliyordur seni, çevrende çember olur, uzaktan gelen akrabanın anlatacaklarını dinler gibi…
Haklarını savunduğun tüm hayvanlar da seni görmek için tak kurup, omuz omuza yol boyu dizilmişlerdir…
“Bekir Coşkun…” dövizleri, pankartları ile güller dökmek için yolunu gözlüyorlardır.
Kahramanın şapkasını sallayarak önünden geçmesini özleyenler gibi bekliyorlardır seni…
Hem bizim buradaki uğurlamamızda yaşayacağımız koronavirüs dertleri de yok; “gelmeyin karşılamaya…” diyecek koronavirüs yasakları da…
Bugün vasiyetini yerine getireceğiz, seni Ankara’dan Şanlıurfa’ya uğurlayacağız…
Sonrası, belki senin için kolay ama bizim için çok çok zor Bekir Ağabey…
Hak yolun açık, devrin devran, ruhun revan olsun; iyi insandın…