Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bu depremler sonrası üzerinde uzlaştığımız belki de tek nokta var.

        Toplumsal dayanışmanın muazzam boyutlara erişmesi. Bu hassasiyetin ve ortak çabaların geleceğe dair bir umut olduğu konusunda hemfikirim.

        Şimdi bir sonrasını düşünme vakti. Burası sanıldığından daha zor ve kabullenmesi güç özellikler taşıyor.

        Depremlerin hemen ardından başlayan arama-kurtarma ve yardım süreçleri, yukarıda bahsettiğimiz dayanışmanın büyük katkısıyla belli bir aşamaya geldi. Yaşanan aksaklıklar, gecikmeler, ihmaller ve yanlışlar, kuşkusuz tüm boyutlarıyla tartışılmayı hak ediyor.

        Ancak benim bugün aktaracaklarım sıcağı sıcağına farkına varamadığımız bazı gerçekler.

        Deprem bölgelerinde insanların barınmadan tutun temizliğe, psikolojik destekten yeniden hayata tutunmaya kadar karşılanması gereken ihtiyaçları var.

        Bunlar birkaç gün ya da hafta yerine getirildiği zaman biten ihtiyaçlar değil. Sürekli bunları gidermek ve karşılamak zorundasınız.

        Şu anda sahada devlet kurumlarından tutun sivil toplum kuruluşlarına, bir şekilde oraya gelmiş gönüllülere kadar pek çok aktör ihtiyaçları giderme çabasında. Depremzedelerin kısa süre içinde ihtiyaçlarına dair çözüm üretmesi de bu tabloda mümkün değil.

        Sahadaki STK’ların da muazzam gayretlerine rağmen verdiği hizmetleri sürekli kılabilmesi çok zor. Üstelik onlardan beklentiler yüksek. Gerçekten afetin ilk anından bu yana, işin reklamından ve polemiklerden uzak kalarak hizmet üreten kuruluşların, orada yaşayan insanlar nezdinde çok yüksek bir itibarı var. Bunu sonuna kadar da hak ettiler.

        Ancak asıl mesele bunu belli bir zaman diliminden sonra sürdürmelerinin gerek insan kaynağı, gerekse de ekonomik boyutuyla imkansız olması.

        STK’LAR NEDEN GÜÇSÜZ?

        Buradan geleceğimiz nokta şurası.

        Türkiye’de zaten STK’ların siyasi merkezle ilişkisinde ciddi sorunlar var. Bunların giderilmesi için atılan adımların yetersizliği bir yana, karar mekanizmalarındaki hantallık mevcut potansiyellerini tam olarak kullanmalarına bile izin vermiyor.

        AFAD’la ilgili tartışmalar henüz soğukkanlı bir zemine taşınacak durumda değil. Ancak şunu söyleyebilirim. Burada çıkıp “AFAD çıksın, bunları derlesin toparlasın ve yönlendirsin” demek mevcut tabloda kesinlikle gerçekçi değil.

        Kendi medeniyetimizi “vakıf medeniyeti” olarak tarif ederken, sadece kriz anlarında değil, normal dönemlerde de STK’larla ilgili algımız, fikrimiz ve onlara yönelik planlamamız nedir diye düşünmekte hayli geç kalmış görünüyoruz. (Modern anlamdaki sivil toplum tanımıyla geleneksel vakıf anlayışının ne kadar uyuştuğu tartışmasını bir kenara bırakıyorum.)

        Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin devlet karşısında güçlü olduğunu söylemek gerçekçi olamaz.

        Dahası bu yapıların hatırı sayılır engeller ve zorluklarla karşılaştığı da malum. Konuyla ilgili hukuki düzenlemelerden ekonomik kaynak sıkıntısına kadar bir dizi sorun var ve böyle bir tabloda güçlü STK’lar beklemek sadece hayal.

        Burada sorun sadece devlet desteği değil; bu kuruluşların kendi kaynaklarını oluşturma imkanlarının olmaması. Birbirinden arızalı modeller üzerinden devam eden bu sürecin sonunda, nadir örnekler dışında kendi başına ayakta kalabilen ve devletle ilişkilerinde belli bir bağımsızlık alanı oluşturabilen kuruluşların ortaya çıkmaması şaşırtıcı değil.

        Bu arada STK’ların bizzat kendi yaklaşımlarından kaynaklanan sorunları da unutmamak gerekiyor. Özellikle de yeterince denetime açık olmayan boyutlarıyla.

        YEREL YÖNETİMLERİN GÜÇLENDİRİLMESİ

        Bu konuyu tartışmamı erken bulanlara, önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak gelişmeler sonrası bazı hatırlatmalar yapacağım. Yanılmayı isterim. Ancak sahadaki devasa ihtiyaç listesinin karşılanmasında bu kuruluşlardan beklentinin yükselmesi, bir süre sonra işin seyrini olumsuz bir noktaya taşıyabilir.

        Çözüm için elbette daha fazla kafa yormak zorundayız.

        Fakat her zaman olduğu gibi çözüm sorunun çok yakınında bir yerlerde duruyor olmalı.

        Mesela valiliklerin etkin koordinasyonu; belediyelerin çok boyutlu katılımı, kent konseylerinin sahici olarak işlemesi; STK’ların bu dizilişte hem destek alan, hem söz sahibi bir yerde olması; daha da kılcal damarlara inmek için muhtarların da rol alması; özellikle kriz anlarında karar süreçlerini hızlandırıp etkin hale getiremez mi?

        Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ya da yerinden yönetim gibi başlıklar, bunları ideolojik yaklaşımlar üzerinden başka mecralara taşıyanlar yüzünden çoğumuzun irkilmesine ve endişe duymasına neden oluyor.

        Yerelde bazı sorunların çözülmesine dair mekanizmaları, kendi ideolojileri üzerinden “ayrılıkçı tezgahlar”a dönüştürmek isteyenlerin vebali çok büyük bu meselede.

        Böylesine büyük bir afet, bunları yerli yerine oturtabilmeyi mümkün kılacak bir tartışmayı başlatabilir mi?

        Açıkçası umutlu değilim.

        Diğer Yazılar