Dün neden kabul görüyorlardı, bugün neden kovuluyorlar?
Dün tebliğcilerin yaptığı eylemi değerlendirmiş, vatandaştan gördükleri dışlayıcı muamelenin, aslında sadece bu kimselere mahsus olmadığını daha büyük bir şeye işaret ettiğini söyleyerek bunun nedenlerini yazacağımı belirtmiştim. Hepimiz biliyoruz ki, haber olan onlar olsa da, aslında pek çok kişi benzer bir tepkiselliği hissediyor, yaşıyor, tecrübe ediyor.
Bu tebliğcilerin, 28 Şubat’ta bile rastlamadıkları kötü muamelelere şimdi neden denk geldiklerini sorgulamak hepimizin yükümlülüğü. Çünkü bu tepki aslında sadece tebliğcilere değil, kendisini İslamcı olarak tanımlayan, çok değil daha 90’larda dahi hala bir itibarı olan İslamcıların tamamına.
“Biz ne yaptık ya da neyi yapmaktan uzak durduk ki, -absürt bir yolla da olsa- Allah’ın yoluna davet eden insanlar artık ‘defol’ şeklinde kaba ve tahammülsüz bir yanıt alıyorlar?” sorusunun önemi katlanarak artıyor.
Kamusal alanda dört bir taraf bizzat devlet ve devlet destekli cemaatler, yarı politik yarı dini figürler eliyle durmaksızın saha temizliği yapan din kumkumaları ile dolmuşken, iki adamdan daha ‘bak haram’ gibi laflar duymaya takati kalmadı insanların.
Ama asıl sorunu Türkiye’deki İslamcıların değer üretmemesi, ürettiği kadarını da iktidar pekiştirmek için kullanmakta hiç sakınca görmemesi olarak özetlemek gerekir.
4-5 yıldır bunu anlatmaya çalışıyordum.
İslam'ı temsil ettiğini iddia eden bir siyasal iktidar, kendisini eleştiriye kapatır, ülkedeki bütün dindarları da kah ödül ve ulufe ile kâh zorlama ve dayatma ile kendi çatısı ve hükmü altına hizalama işine soyunur ise, sürekli hata yapar; daha kötüsü bütün hata ve noksanlarının İslam’ın ve dindarların sırtına yüklenmesine de rıza göstermiş olur.
Dün insanlar, adına vesayet deyin, sivil askeri bürokrasi deyin, merkezi ele geçirmiş ve çevreyi dışarda bırakmış Kemalist elitist düzen deyin, bir şekilde sistem dışı bırakılmış olan İslamcılık biçimleriyle türlü şekillerde karşılaştığında, empati yapabiliyordu, dindarlar mağdur ama haklılardı ve itibar görüyorlardı. Bu durum en yukarıda İslamcı entelektüellerle seküler ya da laik liberal ve demokratlar arasındaki teşriki mesai olarak, en aşağıda da işte bu türden tebliğci amcaların tolere edilmesi olarak görünür oluyordu.
Ne zaman ki İslamcılar büyük kitleler halinde iktidarın uzantısı oldular ya da iktidar tarafından tek sıra halinde dizilmeye, köşeye gönderilip ayak üstünde bekletilmeye razı oldular, fıkıhçılar ‘reis’ lehine fetvalar düzenler oldu; üç Kuran Kursu, beş kadro adına iktidar mekanizması ile iç içe geçildi, gücün maşası olmaya gönül indirildi, ‘iktidarda olanlar bizden’ denilerek yanlışa yanlış demekten vazgeçildi ve bu ülkede seküler insanların da olduğu gerçeğini unutularak 'birlikte yaşama, asgari müşterekleri ortak paydaları genişletme' çabaları küçümsenir oldu, hatta İslamcılar kendi mahalle ajandalarını, mesela İstanbul Sözleşmesi gibi hak hukuk koruyan bir sözleşmeyi iptal ettirmeyi dayattı, o itibarı kaybettiler. Artık kimse kendileriyle empati yapmak istemiyor, bu imkansızlık besin zincirinin en alt tabakasındaki tebliğci amcaya ‘defol’ olarak, hala ayrımcılığa uğrayan başörtülüye "Bıktık sizin başörtünüzden…" olarak yansıyor.
Çok okunan ve tartışılan, dünün dindar ve muhafazakar demokratlarının vicdanlarını, adalet kaygılarını ve tefekkür kapasitelerini yitirme sürecini anlatan ve bu durumun nedenleri arasında dolaşıp muhatabı/eleştirmenleri empatiye davet eden şu yazımı bugünleri görerek yazmıştım.
Üzerinden sadece üç yıl geçti ama bugün kutuplaşmanın katlanarak artmasıyla, bu yazıyı yazdığım noktadan daha kötü bir yerdeyiz. Hayalkırıklığı yerini güvensizliğe, güvensizlik yerini takatsizliğe bıraktı. Takatsizliğin yerini ise öfke alıyor.
Çok değil daha 6-7 yıl önce kendisi de İslamcı olan adamları bile bugün öfke içinde görüyorum. Tabii bu öfkenin bir kısmı yozlaşma isteğini 'yobazlardan nefret' gibi gösterme çabası. Nefsinin peşine düşmek isteyen kim varsa ‘ama Müslümanlar da şöyle böyle’ dili kullanıyor, bunları da biliyorum. Ancak pek tabii ki rahatsız olanların tümü böyle değil. Samimi olarak mahallesinin içine düştüğü gafletten utanç duyanlar, artık bu mahallenin bir parçası gibi görülmek istemeyenler ve makas değiştirip münzevileşenlerin oranı da az değil.
DEVLET TARAFINDAN GİYİLDİĞİNDEN BERİ SİVİLLERE BİR ŞEY SÖYLEYEMİYOR
Dinin siyaseten ve hukuken meşru olmayanı kitleler nezdinde meşrulaştırmak için kullanılması, dindarlığın ‘öteki’ olarak tanımlanana rövanşizm şapkasıyla ‘artistlik yapma’ biçimi halini alması nedeniyledir ki, artık insanlar "Durun yahu, fikirlerini söylesinler, dinleyelim , ne kaybederiz ki?” demiyor, diyemiyor.
Elbette 'dindarlar' diye ayrı bir canlı türü yok ve onların ‘güç’ ile kurduğu sıkıntılı ilişki, milletimizin genel olarak güç, kudret ve devletle-iktidarla kurduğu sıkıntılı ilişkiden bağımsız değil.
Devletçiliği bırakıp görece daha sivil, hukuka saygılı ve medeni bir anlayışı tercih etmek, kimi için sosyal yardımı kimi için nüfuzu terk etmek anlamına geliyor. Oysa güçlünün yanında saf tutup suçlarını da Türk bayrağıyla, Ayasofya’yla kapatmak daha kolay.
Sivil demişken, içten bir ah çekip "Böyle olmayabilirdi" diyor insan.
Her şeye rağmen sivil kalmaya gayret eden ve İslam’ın ‘öncelik hiyerarşisini’ doğru anlamış beş tane dindar sivil toplum kuruluşu olsaydı; akraba hemşehri kayırmacılıklarından, israfa; adaletsizliklerden milliyetçiliğin bu denli gümrahlanmasına kadar uzanan skalada doğruları konuşabilseler ve toplumun her kesimiyle kimseyi değiştirmeye çalışmadan, poz kesmeden, göz hizasından temasta kalsalardı, işler bu noktaya gelmeyebilirdi. Böyle olabilseydi, su sorunundan sığınmacı meselesine, israf ve savurganlıktan insanın kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkının sınırlarına varana kadar bu çağa dair söyleyecek çok sözü, yapılacak pek çok hatırlatması olabilecek İslam, onlar üzerinden konuşabilirdi.
Şimdi ise çok görünen, çok bağıran ve yoran ama gerçek manada konuşamayan bir ‘faktör’ İslam.
Alan kaplıyor ama aslında yok.
Devlet tarafından bir kılıç gibi kuşanılıp giyildi ama aslında susturuldu, konuşması yasaklandı.
Çünkü, ezberleri tekrarlamak ile söz söylemek birbirinden farklı iki şeydir.