Bak işte bir minik serçe
Belli ki “A Star is Born” bir peri masalı ve benzerleri gibi kuşaktan kuşağa aktarılacak ve tekrar tekrar sinemaya uyarlanacak. Eğer son aylarda kafanızı bir kayanın altına soktuysanız, YouTube’da fragmanı izleyen 20 milyon kişiden biri değilseniz yaklaşan fırtınaya da hazırlıksız yakalanacaksınız. 19 Ekim’de “Bir Yıldız Doğuyor” adıyla vizyona girecek film sadece gişe rekoru kırmayacak, ödül sezonunda büyük ihtimalle ne var ne yoksa silip süpürecek. Filmi izledikten sonra izleyen izlemeyen kim varsa hakkında konuşmak için dakikaları sayacaksınız. Ama bütün bunlardan önce epey gözyaşı dökeceksiniz.
“Ünlü erkek kadını keşfeder, kadın şöhret olur, erkek kadının altında ezilir” diye basitçe özetlenecek bu Titanic’in her dönem insanı bir yerinden yakalayan tarafı var. Belki hepimiz gizliden gizliye keşfedilip ünlü olmak istiyoruz, belki de en azından kısa bir süre de olsa filmdeki gibi masalsı bir aşk yaşamak ihtiyacındayız. En önemlisi de hepimize gerçeklikten iki saat 15 dakika kaçarak bu masala sığınabiliyoruz.
Gemi batıyor, orkestra çalmaya devam ediyor.
“Bir Yıldız Doğuyor” ama asıl hikaye bir ilişkinin anatomisi. Kendi kendini mahvetme ustası erkek James Mason kılığında bazen film oyuncusu oluyor, bazen de Kris Kristofferson’ın suretinde çok meşhur bir rock yıldızı. Yıllar önce “Minik Serçe” adlı yerli uyarlamasında Bulut Aras bir Yeşilçam jönüydü. Son versiyonda hem oynayan, hem yazan, hem de yöneten Bradley Cooper da country-rock şarkıcısı. Biraz da kendisine kıyak geçmiş. Bol bol kullanılan yakın planlarda erkeğin hikayedeki ağırlığı daha fazla, zararı kendine davranışlarının altında ciddi sorunlar yattığı gözümüzün içine sokuluyor. Bu açıdan erkeğin herhangi bir gizemi yok.
SES VAR AMA YA GÜZELLİK?
Janet Gaynor, Judy Garland, Barbra Streisand, Sezen Aksu ya da Lady Gaga fark etmiyor, formül her zaman film çekildiği dönem çok ünlü olan bir kadının şöhretinden gücünü alıyor. Cooper’ın Lady Gaga’yı bu film için ikna etmesinden önce Clint Eastwood’un Beyoncé’yi başrolde oynatacağı bekleniyordu. Yine kuvvetli bir film olurdu kuşkusuz, ama “A Star is Born”da Streisand ve Lady Gaga’nın kendi şöhret hikayelerinden birebir uyarlanmış çok önemli bir unsuru ıskalardı.
İki yıldız da Hollywood kriterlerine göre geleneksel güzel sayılmayan, birçok erkeğin belirlediği güzellik kriterlerine uymayan kadınlar. Zaten filmde Lady Gaga’nın oynadığı karakter de “Herkes sesimi çok beğeniyor ama görüntümü değil” diyor. Kendisini sürekli yeniden yaratan, saçından görüntüsüne makyajından kıyafetlerine kadar bambaşka biri olarak şöhret olan Lady Gaga kendi hayatında da kalıplaşmış güzellik standartlarına meydan okuyarak şöhret olmuştu. Filmin belki de en mükemmel tarafı Lady Gaga’nın bir ‘drag queen’ barında keşfedilmesi. Meta üzerine meta.
1976’daki “A Star is Born”da başrol oynayan Barbra Streisand’ın kendi şöhret hikayesi de kıvırcık saçları ve burnuyla hiçbir kalıba uymayan, kendi kriterlerini kendisini belirlediği ve piyasaya meydan okuduğu bir şöhret hikayesiydi. Gaga da gibi Streisand kendi burnuyla ilgili güvensizliğini birkaç kere vurguluyor. Bu açıdan filmin o uyduruk Türkçe uyarlamasında hiçbir zaman görüntüsüyle ön planda olmayan, şarkıları ve sesiyle kendine yer açan Sezen Aksu’nun seçilmesi de tesadüf olamaz.
KENDİ KENDİNİ DÖNÜŞTÜRME USTASI
Bir albüm kapağında “makyajını silen” Sezen Aksu misali Lagy Gaga da bu filmde en yalın haliyle ortaya çıkıyor. Odasının duvarında kadın şarkı yazarlarının öncülerinden Carole King’in “Tapestry” albümünün kapağı asılı Ally bir süre sonra menajerleri tarafından gerçek Lady Gaga ya da Katy Perry gibi günümüz şarkıcısına dönüştürülmek isteniyor. “Sarışın olmayacağım” diyor filmdeki Ally, gerçek hayattaki platin sarısı Gaga’nın aksine. Kendini yeniden yaratabilme ustası Lady Gaga hem oyunu kurallarına göer oynamasını öğreniyor, hem de bir kez daha herkese dönüşebileceğini kanıtlıyor: Son sahnede bir Judy Garland o.
“A Star is Born” kadınların sokaklarda yürüdüğü, feminist hareketin ortaya çıkmasından yıllar sonra hala benzer mücadelenin verildiği, #MeToo hareketinin ezberleri sarstığı bir dönemde vizyona giriyor aslında. Tarihin böyle alaycı bir zamanlaması var; tam da bu yüzden ihtiyacımız olan film mi? Gerçek hayattan birebir uyarlanan sahneler barındıran film gerçek hayatta da bir türlü yanıtı daha bulunamayan bir soruyla bitiyor aslında: Bir kadının yükselmesi için erkeğin kenara çekilmesi zorunluluk mudur?
***
“A Star is Born” hakkında lüzumsuz bilgiler
• Bradley Cooper gerçekten piyano ve gitar çalmayı, şarkı söylemeyi öğrenmiş. 1976’daki filmin başrolünde oynayan Kris Kristofferson’ın bir konserinden önce sahneye çıkıp filmdeki konser sahnelerinden birini çekmiş.
• Diğer müzikal filmlerin aksine filmin hiçbir yerinde şarkıya gereksiz yere geçilmiyor. Yani karakterler konuşacağı yerde şarkı söylemeye başlamıyor. Aksine, şarkıların sözleri hikayeden unsurlar barındırıyor ve konuyu sürüklüyor.
• Lady Gaga’nın Cooper tarafından “keşfedilmesi” Sean Parker’ın evindeki bir davette “La Vie en Rose”u söylemesi. Özel Katolik kız lisesinde okuyan Gaga’nın Fransızca eğitimi var zaten.
• Bradley Cooper sahnede izledikten sonra ertesi gün soluğu Lady Gaga’nı Malibu’daki evinde alıyor ve birlikte piyanoda şarkı söylüyorlar. Zaten nasıl mükemmel bir ikili olacakları daha oradan belli.
• Üç sene boyunca bu film üzerinde çalışan Bradley Cooper arada babasını kaybediyor. Kendi özel hayatı hakkında pek konuşmamasına rağmen birçok şahsi tecrübe senaryoda var.
• Filmdeki “Saturday Night Live” sahnesi yapay değil, gerçekten bir SNL bölümünden önce çekilmiş.
• Şimdiden pek çok “meme”e dönüşen “Hey, sana tekrar bakmak istedim” cümlesi Joan Didion ve John Gregory Dunne’ın 1976’daki film için yazdığı senaryodan birebir uyarlama.
***
Kasım ayı gibi geri tepme başlar
Neredeyse bütün eleştirmenler “A Star is Born”a tam puan verdi. Über şoförlerinden en entelektüel sinema öğrencilerine kadar filmi neredeyse beğenmeyen, etkilenmeyen yok. Oscar tahminlerinde en üst sırada yer alıyor. En iyi şarkı zaten kesin de en iyi erkek ve kadın oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi film falan… Aklınıza ne gelirse…
Ama Amerikan popüler kültürünün bir işleyişi var.
Önce beklenti yaratılır.
Ardından ürün ivme kazanır ve her önüne gelen ondan bahsetmeye başlar.
Bir süre sonra bu abartılı övgüler geri teper ve filmden nefret edenler seslerini duyurur. Ocak ayında Oscar adayları açıklanana kadar da beğenenlerle nefret edenlerin kavgası bitmez. Hatta zarf açılına kadar da sinema izleyicisi iki ayrı kutba ayrılır.
“A Star is Born” ABD’de 5 Ekim’de vizyona girdi. Birkaç hafta herkes ne kadar beğendiğini bahsedecek. Kasım ayının ortasında birilerinin itirazlarını dillendirecekleri kesin. Aralık’ta ciddi bir nefret dalgası gelebilir.
Bu filmi daha önce görmüştük… Hayır, “A Star is Born”un daha önceki versiyonlarından bahsetmiyorum. Ama tıpkı filmin hikayesi gibi başına gelecekler de bilindik.
“La La Land” de aynen böyle olmamış mıydı?