Pasta yiyebilirsiniz
Kışın ortasında domates, biber, patlıcan fiyatlarının artışını tartışmak zamansız değil mi? Özellikle bizim ülkede yaz sofralarının vazgeçilmezleri arasında yer alan bu üç yaz meyvesinin (evet, meyveyle sebzeyi botanistler çekirdeğe göre ayıyor) kış aylarında yüksek fiyatlara satılması ekonominin temel prensibine uygun. Kışın satılan karpuzların fiyatının yüksek olması gibi, mevsim dışında bulunan domates, patlıcan gibi meyvelerin de arzdan dolayı daha pahalıya satılması anlaşılabilir bir durum. Tabii bu normal şartlarda, tarımcılığın mevsime göre ilerlediği, tüketicinin sofrasının da buna göre şekillendiği çok da uzak olmayan bir geçmişte geçerli bir prensip.
Ne yazık ki Türkiye’deki tüketici de birçok başka ülkede olduğu gibi 12 ay her ürünü bulmaya alıştırıldığı için kışın artan domates fiyatını kabullenemiyor. 80’lerin agresif serbest piyasa politikası köylünün de kimyasını bozdu ne yazık ki. Tarla yerine seraya yatırım yapılmaya, seralarla övünülmeye başlandı.
YENİ SAĞ SERACILIĞI DAYATTI
O yıllarda hatırlıyorum, seracılık büyük bir başarı gibi sunulurdu gazetelerde. Sera meyveleri de adeta birer statü simgesi gibi satılırdı çarşıda. Dışa açılmayla birlikte tarım ülkesi Türkiye dışarıdan GDO’lu sebze-meyve ithal etmeye başladı, hibrit tohum tarlalara egemen oldu. Bu arada 12 ay boyunca sofrada her türlü gıdayı bulan bizler de zenginleştiğimizi zannettik; aslında fakirleşiyorduk.
Zaten kış aylarında yüksek olması, hatta kolay kolay bulunmaması gereken domatesin fiyatının şimdi yükselmesinin nedeni de doğanın kendi ritmiyle oynamaya kalkan insanı cezalandırması. Antalya’daki hortum seralara zarar verdi, kapalı hava güneş alması gereken domatesin yetişmesini zorlaştırdı. Geçtiğimiz yıllarda California’daki kuraklık aşırı su tüketen badem ağaçlarını vurmuş, badem fiyatları astronomik rakama ulaşmıştı. Yakın zamanda Madagaskar’daki hava şartları vanilyanın değerini gümüşle aynı orana getirdi.
Köylüyü mevsimine göre ekim yapmaktansa seracılığa teşvik eden ekonomik politika 12 ay boyunca soframıza domates getirdi, ama ne pahasına? Şöyle doya doya, tadına vararak Türkiye’de en son ne zaman domates yedim hatırlamıyorum. Son 20 yılda belki iki desem, abartmış olmam. Tattığımız domateslerin saman tadında olmasının bir nedeni var.
Kış aylarında patlıcan isteyerek şımartılmamız, bu rahatlığa alışmamız gerekiyordu.
Peki ya bir kış sebzesi olan patatesteki artışın nedeni?
KÖKLÜ DEĞİŞİM ÖZE DÖNÜŞ
Dünyada yükselen yeni sağ rüzgarlarla birlikte Türkiye’nin de kendisini Turgut Özal’la birlikte tamamen bu yönde bir politikaya teslim etmesinin zararlarını ancak bugün anlıyoruz. Türkiye’ye bir büyüme illüzyonu sunuldu, köylülük ve çiftçilik utanılması gereken bir geçmiş gibi anlatıldı ve halkın beyni televizyonlara çıkartılan liberal ekonomistlerle yıkandı. Herkesin üniversiteye gitmesi, bankada iş bulması, zengin olma hayali kurması gerekmiyordu oysa. Birilerinin de geride kalıp ekim yapması lazımdı.
Kendi kendine yeten Türkiye’yi tamamen başka devletlere bağımlı hale getirmeye yönelik bu vahşi politikanın temelleri ta o yıllarda atıldı. Sonradan gelen hükümetlerin hiçbir sorumluluğu yok demiyorum, zira AK Parti de ilk yıllarında liberallerin yanlış ekonomik yönlendirmelerinin altında kaldı. “Hiçbir şey üretmeyelim, her şeyi ithal edelim” inancı yakın zamana kadar norm oldu, ancak geçtiğimiz sene hükümet kanadından bu politikaların yanlışlığına dair itiraf geldi. Modası geçtiği sanılan “kendi kendine yeten ülke” kalıbı yeniden dolaşıma girdi, hükümet hem tarım hem de hayvancılık açısından bu yönde adımlar atacağını taahhüt etti.
Yoksa tanzim mağazalarının geçici bir çözüm olduğunu, aslında öze dönmek anlamına gelen tarım politikalarındaki köklü değişimin zaman alacağını hükümet de biliyor. Tek şansımız önümüzdeki yerel seçimlerden sonra uzun bir süre seçim olmaması. Böylece bedeli ağır ama gerekli ve doğru politikaların uygulanması yüzünden cezalandırılma ihtimali de ertelenmiş olacak.
Zira Türkiye’nin yeniden kendi kendine yetebilmesi için bizlerin de yaşam tarzımızı değiştirmesi gerekiyor. Kış aylarında domates yememeye alışmalıyız ilk başta. Ocak ayında domates talep etmek bir ihtiyaç değil, lüks. “Domates patlıcan bile bulamıyorsak ne yiyelim” diyenlere en uygun cevabı zamanında o büyük prenses vermişti: Qu'ils mangent de la brioche.
***
Tanzim kuyrukları oy kaybettirecek mi?
Hayır.
Hatta seçmenin “Hükümet bizi düşündü, ne güzel ucuza meyve sebze getirdi” diye hoşuna gidecek. Kuyrukların uzun olmasından ise muhalefete umut doğmaz, çünkü bu kuyruklara girmek karneyle benzin alınan günlerdeki gibi bir zorunluluk değil, tercih.
Bakalım, yanılacak mıyım?
***
Siz yardımcınızı Rolls Royce’unuza alır mıydınız?
Oscar kazanan “Başkalarının Hayatı” filminin yönetmeni Florian Henckel von Donnersmarck’ın sinemaya Richard Attenborough’un yanında asistan olarak iş alınca başlamış.
Her sabah işe giderken Attenborough’un yoldan Rolls Royce arabasıyla geçtiğini görürmüş. Attenborough bir kez bile durup asistanına arabaya binmesini teklif etmemiş. Çok garibime gitti bu durum. Benim kendi iş hayatımda tecrübem tam aksi oldu. Karşılaştığım “üstlerim” beni arabalarıyla bir yere bırakmayı hep teklif etti.
Kibir mi, herkesin sınıfını ve konumunu bilmesi mi?
Ama von Donnersmack o yıllarda bu duruma hırslanan her gencin aklından geçireceği bir hedef koymuş kendisine: Bir gün öyle bir Rolls Royce almak. Nihayet başarmış da.
Birkaç hafta önceki New Yorker’da yönetmenin yeni filmi “Werk onhe Autor” vesileyle yapılmış bir söyleşide okudum bu anıyı.
Gerhard Richter’dan ilham alan filmle ilgili muazzam detaylar dolu bir yazı; yaşayan en büyük ressamın von Donnersmarck’a tepkisi, yönetmenin yanıtı falan… Burada özetleyemeyeceğim kadar büyük bir dehliz. Ama meraklılarına mutlaka dalmalarını tavsiye ediyorum, zira son yıllarda okuduğum en çarpıcı yazılardan biri. Yönetmenle günlerce sohbet eden, hayatının bir şekilde üstü örtülü bir şekilde önce filme uyarlanmasını kabul eden Richter’in memnuniyetsizliği en az gizli geçmişi kadar ilgi çekici.