Bu da Johnson mektubunun orijinali
Murat Bardakçı geçen hafta ilk kez Amerikan Başkanı Lyndon Johnson’ın İsmet İnönü’ye yazdığı meşhur mektubun Türkçe çevirisini yayımladı. Ben de geçen hafta bu mektup ve İsmet İnönü’nün meşhur sözü arasında bir bağlantı olmadığını araştırırken mektubun orijinal kopyasını aradım.
Trump mektubundan sonra yalan haber cenneti “twitre”de Johnson’a ait olduğu iddia edilen mektuba ait bir görüntü vardı, ama ne yazı tipi ne de sayfa düzenini görünce insan orijinal olabileceğine ihtimal vermiyordu. Ne yazık ki sosyal medyada da birçok insan mektubun asıl kopyasının bu olduğuna inandı. Eminim vardır ama İnternet’te öyle kolay karşıma çıkmadı mektubun kopyası.
Austin’deki Johnson Kütüphanesi’ne mektubun orijinalini sordum ve birkaç gün sonra yanıt geldi. Kütüphane arşivlerinden yollanan mektubun orijinal mektubunu bulup bana yolladılar.
Ben de, yine en azından belki birine lazım olur diye burada yayımlıyorum.
Mektubun içeriği kadar kullanılan dil, uzunluğu, daktilo yazı tipi, telgrafın üzerindeki mühürler, gizli damgası, sonradan gizliliğinin ortaya çıkması ilgimi çekti.
İşte tarih meraklıları için bu sefer de bir belge ben yayımlayayım.
JOHNSON MEKTUBUNUN TAM METNİ İÇİN LİNK'E TIK'LAYINIZ*
Londra’da 24 saat
Dün Londra’ya geldim. Aslında epey önceden bu seyahati planlamıştım, İngiltere’nin Avrupa’dan çıkacağı 31 Ekim’e denk getirmiştim. Bildiğiniz gibi Brexit bir kez daha ertelendi, ülke seçime gidecek. Bundan sonra da ne olacağı belli değil.
Londra yılda birkaç kere geldiğim bir şehir. Henüz daha paraşütle inen ve doğru düzgün sokağın nabzını tutamayan bir gazeteci olarak bile şehrin havasının değiştiğini görmemek mümkün değil. 2008’de New York böyleydi. Herkesin morali çökmüş, lokantalar dolu olsa da insanlar alışverişe gitse de belirsizliğin korkusu yüzlerinden okunuyordu.
Burada da Romanyalı, Bulgar göçmenler, çalışan sınıf geleceğini merak ediyor.
İngilizler ise daha evvel kendilerine özgü sinik bir yaklaşımla alayla bahsettikleri Brexit’in vahametinin nihayet farkına varmış gibiler. Birkaç ay önce, henüz daha vakit varken ruh hali, en azından sokaktan, gündelik sohbetlerden bir yabancıya yansıyan çok farklıydı. Çok daha canlı, hayat kendi akışında devam ediyor gibiydi. Şimdi işin gerçeğiyle yüzleşmek var ve herkes de farkında gibi.
İzlenimlerimi daha sonra ayrıntılı olarak yazacağım, ama ilk gördüğüm ülkeyi daha depresif ve karanlık bir geleceğin beklediği.
*
Avrupa’nın kıymetini bilelim
“Breaking Bad” hayranları için yapılan ama sadece nostaljik bir değeri için değil, gerçekten mükemmel olduğu için izlenen “Better Call Soul” yeni bölümleriyle önümüzdeki sene başlayacak. Dizi uzun bir araya girdi, dört sezonu ise Netflix’te.
Ben ize uzun zamandır üçüncü sezonu bitirmiş, dördüncü sezonu bekliyordum. Ancak ABD’deki Netflix’e yüklenmedi. Anlaşmalar gereği önümüzdeki yaz gelmesi bekleniyormuş. Yani bu üçüncü sezonunu epey önce izlediğim bir dizinin devamını görmek için daha bekleyeceğim anlamına geliyor.
İngiltere’ye gelir gelmez ilk iş Netflix’ten dördüncü sezonu izlemek oldu.
Avrupa’daki streaming servisleri, ki bunlara Türkiye de dahil, ABD’dekinden bazı açılardan çok daha zengin. Mesela “Homeland” için ABD’de Showtime abonesi olmak gerekiyor, Avrupa’da ise Netflix’ten izleniyor. Böyle irili ufaklı küçük avantajlar var.
İşin ilginci, eskiden Amerika’ya gidip vizyondaki yeni filmleri, ekrandaki dizileri izleyip epey hava atardım. Çoktandır büyük filmler aynı anda vizyona giriyor, “The Good Fight” gibi birçok Amerikan dizisini ise Avrupa’da izlemek çok daha kolay.