"Kolonya kokulu" lafı nereden çıktı
Bizim yazı geleneğimizde lakap takmak vardır, benim de yıllar önce bir köşe yazarı için kullandığım “kolonya kokulu” ifadesi COVID-19 tedbirleri karşısında yeniden hatırlandı. Lakabı taktığım kişi çoktan unutuldu, ama lakap belli ki literatüre kaldı. Üzerinden zaman geçtiği için bağlamından kopuk hatırlandığı da oluyor.
Genel kanı benim bu ifadeyi muhafazakarları tanımlamak / küçümsemek için kullandığım yönünde. İnkar etmeyeceğim, takılan bütün lakapların küçültücü bir tarafı var. Bir başkasına lakapla hitap etmek de meslek etik ölçütleri bakımından tartışmalı bir durum, bu da ortada. Ama işte, bizim yazı geleneğimizin bir parçası. İyi köşe yazarlarını diğerinden ayıran da ortaya tartışılacak kavram atmaları ve cuk oturacak lakap bulmaları.
AKILDA KALAN LAKAPLAR
Benim kuşağım (yani yaşı 25 civarında olanlar) için bu işin ustası Emin Çölaşan’dır kuşkusuz. Köşe yazarlığında zirveye ulaştığı Özallı yıllarda sadece siyasetçilerin değil, başka köşe yazarlarının da canını epey sıkmıştı bulduğu lakaplarla. Sofistike olmayan, kafa karıştırmayan, derdini doğrudan anlatan lakaplardı Çölaşan’ın seçtiği lakaplar: Liboş, takkeli liboş, yağdanlık… Uzun yıllar yazdığı Hürriyet gazetesi o başkalarına lakap takmayı bıraksın diye “etik konseyi” bile oluşturdu; o etik konseyinin gözünden neler neler kaçtı, ayrıca tartışılır. Ama lakap takmak bir anlamda Çölaşan’ın uzun Hürriyet macerasının da sonu oldu.
Uğur Mumcu’nun Altan ailesini tanımlamak için kullandığı “aile boyu döneklik” aklıma gelen bir başka kalıcı kavram. O dönem iki buçuk litrelik gazlı içecekler piyasaya yoğun bir reklamla çıkmıştı, Mumcu da hemen uyarlamıştı. Serdar Turgut’un TV’de program yapan iki kişiye uygun gördüğü “bir buçuk adam” ve “Televoleci ekonomistler” de aklımda kalan başka lakaplar.
Benim “kolonya kokulu” (sonraki yıllarda da “Konyalı Kadın” ve “Kırık Hoca”) lakaplarını bulmama neden olan bu gelenekti işte. Ama rastgele seçilmedi “kolonya kokulu” ya da bütün muhafazakarları tanımlamak için kullanılmadı. “Takkeli liboş” miadını doldurmuştu ve zamanın ruhuna uygun yeni bir kavrama ihtiyaç vardı.
SINIF ATLAMA SAVAŞI
2000’lerin başında zamanın ruhunu tanımlayan genel kanıya göre İslamcı-Laik çatışmasıydı, ama işin aslı Türkiye’de yaşanan ideolojik bir ayrışma değil, bir sınıf çatışmasıydı. Ama ümmet değil, sınıf atlamak ve ezen sınıf Beyaz Türkler gibi yaşamaktı. Aralarında dönemin nimetlerini reddeden ve davanın peşinde koşanlar da vardı kuşkusuz, hala da var ama hala azınlıktalar. (Fatma K. Barbarosoğlu’nun yazıları bu konuda epey aydınlatıcı.)
Ahmet Hakan’ın Nişantaşı’na taşınması bu sınıf atlama telaşının en bilinen örneği. Ama başkaları da bu yoldan geldi. İslamcı bir gazetede yazarlık yapan bir ağabeyimiz Cihangir’de “bekar evi” açtı mesela.
Karşı mahalleden ümmet çağrıları değil, alınan evler, kooperatifler, çıkılan tatiller, yatlar, Maki Otel haberleri falan gelmeye başlıyordu. Aynı Ahmet Hakan eski mahallesinden dedikoduları aktarmak için müstear isimle dedikodu köşesi yazmaya bile başlamıştı. Tabii mahalleye erişimi olmadığı için de bugünlerde muhalif takılan ama bir dönem TMSF’nin el koyduğu kurumlarda yöneticilik yapan bir kaynaktan alıyordu bilgileri.
Bu geçiş döneminde Akmerkez’in alt katındaki son derece vasat bir İtalyan lokantası olan Papermoon ele geçirilmesi gereken önemli bir kale olmuştu. Muhafazakar isimler de sanki çok matah bir yermiş gibi buraya gelip kendilerini sınıf atlamış saymaya başlamışlardı. “Kolonya kokulu” da Papermoon’daki yeni masa sahiplerinden biriydi. Zaten ilk olarak da bıyığını kesmişti. Ama asıl kesip atmaya çalıştığı geçmişiydi.
O kolonya sadece babasının mesleği, soyadını taşıyan kolonya markasının çağrışımı değil herkesin iyi-kötü bir davaya inandığı, kendinden taviz vermediği yılların da simgesiydi. O kolonya masumiyetin, ideallerin, ümmet hayalinin simgesiydi. Ama para ve iktidar hırsı kolonya kokulu o yılların üzerini çoktan örtmüştü. O kadar ki kendi geçmişinden ne kadar utandığını kanıtlarcasına önünde parfüm şişesiyle bile poz verdi.
BİR YILMAZ ERDOĞAN ANISI
Anılarımı yazsam Mina Urgan kadar satar mı acaba?
Yıllar önce “Bunları biliyor muydunuz” tarzında bir mizah yazısı yazmıştı Perihan Mağden ve içinde “Yılmaz Erdoğan’ın otlu peynir kokulu şiiri daha ne kadar çalınacak,” gibi bir madde vardı. Sadece tek bir cümle Erdoğan’a sinir krizi geçirmeye yetmiş, konu birden magazin sayfaları tartışmasına dönmüştü. Mağden’in yazılarını düzenli olarak okuyordum, Yılmaz Erdoğan hakkında acaba daha ağır bir şeyler mi yazdı da kaçırdım diye merak ettim.
Murathan Mungan’ın “hani herkes arkadaş” dediği yıllardı, yani eskidendi çok eskiden. Ben de aradım, sordum. Her gün Beşiktaş çarşıda alışverişe gittiğini ve Yılmaz Erdoğan’ın şiir kasetinin sabahtan akşama kadar çalındığını, sürekli de “otlu peynir” kısmına denk geldiğini, şiirin tamamını bile bilmediğini söylemiş, neye bu kadar bozulduğunu kendisinin bile anlamadığını eklemişti.
O dönemde yazdığım Öküz dergisindeki bir sohbet esnasında taşrayı çok iyi tanıyan mizah ustası Metin Üstündağ açıklayana kadar ben de anlamamıştım. Cımbızla seçilen otlu peynir ona utandığı, unutturmak istediği geçmişini hatırlattığı, kurtulmaya çalıştığı taşrayı, sınıf atlama derdini hatırlattığı için bu kadar canını sıkmıştı. Sınıf atlama açlığını küçümsememek gerekir, birçok kompleksin açıklamasıdır.
Kolonya kullananlar değil, kolonya kullanmaktan utananlar üzerine alınsın. Ne yalan söyleyeyim, bende var kolonya. Chanel.