Yılın kelimesi: sosyal mesafe
Sosyal mesafe tabiri ne zaman icat edildi, özellikle araştırmadım. Mart ayında bütün dünyayla aynı anda hayatımıza girdi ve hiç çıkmadı. Bugün hala süpermarketlere girerken kapının önünde sıra bekliyoruz. Kaldırımda biri fazla yakımızdan geçtiğinde tedirgin oluyoruz, eve yemek getiren kurye, Über sürücüsü veya komşumuz, hatta yakın akrabamızın bile canımıza kastı olduğunu düşünüyoruz. Sosyal mesafe bizi teröre karşı koruyor.
Salgın başladığında insanların yakınlarından uzak ölüme terk edilmeleri, çocukların huzurevinde kalan anne-babalarını görmelerinin engellenmesi, kazılan isimsiz mezarlar, tek kişilik cenazeler, yıllarca evli kalmış çiftlerin son yolculuktan önce birbirlerine sadece telefonla veda etmeye zorlanmalarıysa insanlık tarihinin utanç sayfalarına yazılacak. Yaşadığımız hayat boyunca hep birilerinden korkutulduk, hep birtakım düşmanlara karşı tedbir aldık ama hiçbir zaman şimdi olduğu gibi birbirimize karşı istisnasız böylesine düşmanlaşmamıştık.
Semptom göstermeyen kişilerin de virüsü yayabileceğinin açıklanması görünmez terörü tetikleyen ilk büyük adım oldu. Sosyal mesafe de iktidarını aynı anda tescilledi. Herkesin birbirinden şüphelendiği, korktuğu, tedirgin olduğu, kimsenin bir başkasından, en yakınından dahi emin olamadığı paranoyak bir düzen inşa edildi. Halbuki dayanışmayla, birbirimize destek olarak atlatacaktık bugünleri.
Aylar boyunca tek bir kişiyle aynı ortamda bulunmadan, bir başka bedene değmeden, sevişmeyi, sarılmayı bırakın el dahi sıkmadan, insanın en temel ihtiyaçlarından olan dokunmaktan zorla vazgeçerek yaşamaya zorlandık.
Dışarıya çıkmamız yasak, yasak olmayan ülkelerde bile “tavsiye edilmiyor,” çünkü dışarıda tehlike bizi bekliyor, kapının önüne adımımızı attığımız anda alarm zilleri çalıyor; panik, yabancılaşma ve düşmanlar sokaklarda başıboş geziyor.
*
Pandeminin ilk günlerinde kendilerini Fransa’da bir köyde kiraladıkları muazzam bir malikaneye atan iki tanıdığım var. Yaşları 60’ın üstündeki bu iki eşcinsel erkek bir süre sonra etrafta hiç kimsenin olmamasından, iki huysuz Fransız’ın aynı evde hapis kalmalarından, başka hiç kimseyle temas edememek gibi tahmin edilebilir sebeplerden dolayı çıldırdılar ve birbirleriyle kavga ettiler. Kendi kurtuluşlarının kalesi olacağını zannederek yerleştikleri malikane ütopyası çöktü, virüsün ağır vurduğu Paris’teki 20-30 metrekarelik apartman dairelerine döndüler.
Tabii orada da rahat edemediler, çünkü ne seninle ne sensiz… Bir süre sonra tek başlarına kalmak, virüsün hayatlarını dikte etmesi, evden çıkamamak, sosyal mesafe de zorlamaya başlayınca kendi kendilerine küçük bir isyan hareketi başlattılar.
Hayatlarına virüs öncesindeki gibi aynen devam etmeye karar verdiler; partilere yaptılar, eğlendiler, başkalarıyla buluştular, yabancılarla seviştiler… “En kötü ihtimalle ölürüz, zaten şimdi yaşadığımıza da yaşamak denemez,” dediler. Mantıkları kaçınılmazsa virüse yakalanmak, böylece en azından bu korkuyu atlatıp antikor geliştiren bedenleriyle hayata devam etmekti.
Pek çokları “Rus ruleti” diyebilir. Bana kalırsa, bende olmayan bir cesaret. Hepsi virüse yakalandı, hepsi iyileşti, üstelik vücutları antikor da geliştirdi. Tabii herkes onlar kadar şanslı değil. Aylarca hastanelerde yaşama tutunmaya çalışanlar ya da yakınlarını –erken ölümden daha da erken– kaybedenler iyi biliyor.
Ancak virüsle mücadele herkesin kendi hayatından sorumlu olmasına, insanın kendi hayatı hakkında karar vermesine bile imkan tanımıyor: Bireysel sağlıktan önce kamu sağlığı, kendi rahatlığımızdan önce toplumun güvenliği. Biliyorum, biliyorum, ezberledik.
Hepsi sadece kendimizi kurtarmak, salt hayatta kalabilmek uğruna. Sırf bu uğurda hayatlarımızdan feragat etmeye ikna edildik, çünkü alternatifi bilmediğimiz, görmediğimiz bir düşmana karşı verdiğimiz savaşın dayattığı zorunluluklar.
Hayatın sırrını Ayşegül Aldinç’in sesinden duyacağımı kim ön görebilirdi, ama geçen gün tesadüfen ilk kez o şarkının sözlerine dikkat ettim: “Nefes almak değildir yaşamak / Düşünmek ve hissetmektir yaşamak / Sen gülmeden geçen günlere acı.”
*
Yaşadığım evde iki aydır fare sorunuyla boğuşuyorum ve çıldırmak üzereyim. Ama dert yandığım kimse şaşırmıyor, aksine herkes kendi fare maceralarını anlatıyor.
New York’ta yaşamayanlar New York’ta yaşayanlara sık sık neden başka imkanlarımız olmasına rağmen neden bu şartlara katlandığımızı sorar. Aylık 20 bin dolar kirası olan dairelerin bile yatak odası ışık almıyor ve apartman boşluğuna bakıyor olabilir, mesela.
Kışın ısınmaz, borulardan tuhaf sesle gelir, yazın klima gürültüsünden oturulmaz, camı açsanız sokaktaki müzikten (veya bu yaz olduğu gibi havai fişeklerden) huzur bulunmaz bu şehirde yaşamakta inat edenlerin ortak cevabı “özgürlük” olacaktır. Haritada rastgele seçilmiş de değil, ama adeta bütün sapmalar birbirini burada bulmuş, burada kimsenin kendilerine karışmayacağını, kim –hatta ne– olursa olsunlar bu şehirde barınabileceklerini düşünüyorlar. Benim de gerekçem, bu iki ayda üç farenin çıktığı evde oturmakta inat etmemin nedeni aynı. İnsan özgürlüğün tadını bir kere alınca kolay kolay bırakamıyor.
Marttan beri sık sık New York’un öldüğüne dair haberler çıkıyor. Kapanan lokantalar, bir daha asla yeniden kepenk açmayacak mağazalar, karanlığa bürünen Broadway, taşınan insanlar, metronun artık 24 saat işlememesi örnek gösteriliyor.
Bütün bunlar oluyor, ama asıl insanların birbirine tahammülü azalmaya başlıyor. Yanlışlıkla içeride bir kişinin olduğu mağazaya girdiniz diyelim, yüzünüzde maske de olsa içeride çalışanlar size terörist muamelesi yapıyor ve büyük bir panik gösterisiyle dışarıya çıkarıyor: “Kapasitemiz sadece bir kişi.” Süpermarketlerde, metrolarda maskesini hafif burnunun altına indirenlere düşman gibi bakılıyor. Ben de bakıyorum, ne yalan söyleyeyim.
Yakın arkadaşlar, test sonucu negatif çıkanlar dahi birbirleriyle buluşmaktan çekiniyor. Hala. Açıkhavada bile. En yakın arkadaşımın yüzlerce dairenin bulunduğu apartman kompleksine misafir girmesi yasaklandı, birkaç kişi pozitif çıkmış. Yemek siparişi için bile dokuz kat aşağı inip koca bir koridordan ana kapıya gitmek zorunda.
Yılbaşı kutlaması meraklısı değilim ama kime sorsam evde tek başına geçirmekten bahsediyor. Zaten 10 kişiden fazla kişinin toplanması yasak…ya da “tavsiye edilmiyor” diyeyim daha kibarca.
*
Nazi Almanya'sından “Dilsiz bir felaket duygusu ve acz içinde kıvranan bir korku,” olarak bahsediyor Hannah Arendt , “Totalitarizmin Kaynakları” kitabında. Bu ifade insanın virüs karşısındaki çaresizliğine de uyarlanabilir. Yalnızlaştırılmamız, araya mesafe koymaya mecbur bırakılmamız tesadüf değil.
Arendt’e göre insanın yalnızlaştırılması (loneliness) totalitarizmin belirleyici şartı. Tecrit hali (isolation) terörün başlangıcı; bir arada olamamak, insanın politik gücünün kaynağı olan toplu eylemin elinden alınması tecrit. Masha Green’in New Yorker’da yazdığı gibi “Tecrit insanı iktidarsızlaştırır.”
Arendt yalnızlığın insanı kendi benliğinden uzaklaştırdığını yazıyor, çünkü kendi kendine kalabilme yetisinden (solitude) farklı bir dayatma bu. Yalnızlık ve tecrit, tiranlığın oluşmasının ön şartları.
Kamusal alan tamamen kapalı; toplu gösteri, meydanlarda toplanma zaten yasaktı, isyan, itiraz haklarımız da elimizden alındı bu bahaneyle. Şimdi sıra bireysel alanlarımıza müdahaleye geldi. Evde içki içmenin yasaklanması, gençlerin sevişmesine laf edilmesi –gençler sevişmeyecek de kimler sevişecek– alıştırılmak istendiğimiz yeni gerçekliğin birkaç örneği. Yılbaşı elimizden alındı, İngiltere bile Noel’i iptal etti. Eve misafir gelmesin, kapının önüne dahi çıkmayalım. Sosyal mesafenin senesi.
Arendt’in totaliter rejimlerde var olabilmek için getirdiği çözüm tekrar hatırlandı. İnsanın kendi kendine kalmasını, kendisini dinlemeyi öğrenmesini öneriyor. Dışarıya kendimizi kapatıp, iç sesimize kulak vermeye başladığımızda yaratmaya, yarattıklarımızı da dünyaya paylaşmaya başlarız. Büyük sanat eserleri, oyunlar, romanlar hep böyle baskı rejimlerinde ortaya çıkar.
Sosyal mesafenin o ilk büyük romanını merakla bekliyorum. Şimdilik elimizde büyük yaratıcılık örneği olarak iki yeteneksizin Instagram canlı yayını var.
*
Dünyanın önde gelen demokrasilerinde bile virüsle mücadelenin özgürlüğü kısıtlayıcı bir hal almasını düşündükçe kendi kendime isyan etmeye çalışıyorum. Sıra beklerken mesafeyi koruyamayanlara ters ters bakmıyorum mesela. Misafirliğe gidiyorum ve eve misafir kabul ediyorum. Lokantalara, üstelik de –yakın zamanda kapanana kadar– içeride yemeğe bile gittim birkaç kere. Geçenlerde metroda maskemi çıkardım, ama birkaç saniye sonra hemen geri taktım. Çünkü ben korkak olanlardanım.
Hikayeyi bilen biliyor: Alfred zamanında yerel hükümetle Burma’da görevdeyken bir haydudun peşine düşüyor. Çaldığı mandalina büyüklüğündeki yakutları ormanda rastgele oraya buraya fırlatan hırsızı bir türlü yakalayamıyorlar, hatta kafasından geçeni, motivasyonunu bile anlamıyorlar. Saklamayacaksa, satmayacaksa neden daha baştan yakutları çalıyor ki? Alfred ve arkadaşları sonunda haydudu yakalıyor. Bütün ormanı yakarak.