Olay... olay…
Cavit Çağlar’la NTV’yi kurduğu yıllarda çalışanlar patronluğu öve öve bitiremezler. Onunla çalışmadım ama şahsen tanıyorum, birkaç kere uzun uzun sohbet etmişliğim oldu. Bana hiç patronmuş gibi gelmedi; insanın suratına her şeyi söyleyip her türlü espriyi yapabileceği yakın bir arkadaşıymış gibi bir hali var daha çok. O yüzden belki NTV yılları hakkında söylenenlerde de haklılık payı vardır.
Çağlar aniden medyaya dönüp Bursa’daki Olay TV kanalını İstanbul’a taşınmaya karar verdiğinde de en çok gazeteciler adına sevindim. Ama neden durup dururken medya işine girdiğine bir türlü anlam veremedim. Zira basın özgürlüğü adına girişimciliğe davet çıkarak günlerden geçmiyoruz, dahası elini sallasan haber kanalına çarpıyor.
Anladığım kadarıyla bu kanal, yeni çıkmaya başlayacak bir gazete, medyaya dijital platformla girmeye hazırlanan zengin bir başka yeni patron ve Olay TV örneği CHP’nin yerel seçim başarısının getirdiği bir beklentinin ilk adımlarıydı. Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş gibi belediye başkanlarıyla birlikte Türkiye’de siyaset rüzgarının değişeceğini düşünüp medya pastasından şimdiden pay kapmak istenmesi anlaşılabilir. Zaten epeydir medya çalışanları yeni oluşumlardan bahsediyordu kendi aralarında. Ancak yeni dönemin ilk medya projesi daha bir ay dolmadan çöktü, Cavit Çağlar kanalını kapattı.
BU KANAL NEDEN KURULDU
Sanırım Cavit Çağlar’ın hakikaten de böyle bir işe girmek gibi bir niyeti yoktu. Piyasada epeydir bir “Trabzon sermayesi” konuşuluyordu; bu sermayenin siyaset sahnesine iddialı bir Trabzonlunun çıkmasından soran konuşulması tesadüf değil.
Medyaya girmek isteyen yeni sermayenin aklına geleni “Trabzon sermayesi” de yaptı ve piyasada bu konuda uzman, kapısı çalınacak birkaç isimden biri olan Nuri Çolakoğlu’na gitti. NTV kurucusu Çolakoğlu’nun da Çağlar’la adı kanal kapanana kadar duyulmayan yeni ortağı bir araya getirdiği bir başka dedikodu. Ancak her ne olduysa Çolakoğlu daha yolun başında, sanki bugünleri görmüş gibi kanaldan ayrıldı.
Dönüm noktası bu ayrılıkta gizli gibi. Zira NTV’nin onca yıpranmaya karşı hala nispeten prestijli anılmasının nedeni Çolakoğlu yıllarında kurulan sistem. Suya sabuna dokunmayan, özel haber yapmayan sadece haber takibi yapan, Türkiye’nin gündemi sanki bir İskandinav ülkesiymiş gibi serin kanlı bir yayıncılık bu formül.
Hiç kimseyi ısırmayan, ama patronuna belli bir güç ve prestij katan bir haber kanalı fikri Cavit Çağlar’ı tavlamışa benziyor. Yanılgısı Türkiye’nin 90’lı yıllardaki gibi olmadığını fark etmemesi, 2020 yılında ortada durabilmenin bile ne kadar imkansızlaştığını okuyamaması oldu. Kanalın başında –her ne sebepten olursa olsun– deneyimli ve dengeleyici Çolakoğlu bir “ağabey figürü” olmayınca da kaçınılmaz son erken geldi.
İktidarla arasını düzelten, hatta iktidarın bir ara Rusya’yla ara buluculuğa soyunan Çağlar’ın hiç de durup dururken, sadece bir yerel seçim zaferine bakarak, seçim ortamı da yokken bir muhalif cephe açmaya niyetli olduğunu zannetmiyordum. Ona bu misyonu kendi rızasına aksine yükleyen kanalda çalışan gazetecilerdi sanki.
Çeşitli sebeplerden dolayı merkez medyadan uzaklaştırılan, susturulan, hatta artık ana akımda iş bulamayacak gazetecilerin istediklerini rahat rahat dillendirebilecekleri bir vaha arayışını elbette anlıyorum. Ama patron sermayesiyle değil, bu misyonu Bianet veya Açık Radyo gibi kolektif girişimlerle gerçekleştirmek daha doğru olabilirdi.
BİRAZ TAVİZ VERİLEBİLİRDİ
Söylediğim ideal şartlar değil elbette, ama Türkiye basın özgürlüğünün Anayasa tarafından güvence altına alındığı bir ABD değil, hiçbir zaman da değildi. Özellikle deneyimli gazetecilerin Türkiye gerçekleriyle yüzleşmesi, medyanın bir satranç oyunu olduğunu anlamalarını beklerdim. Gerektiğinde taviz vermek de bu oyunun kurallarından biri—bu tavizin oranı da elbette önemli.
Gazeteciliği bilmeyenler dışarıdan gazetecilerin işlerini yapmaları hakkında atıp hariçten gazel okumayı kendilerinde hak görürler. “Gidip simit sat da onurlu yaşa,” diye sık sık atıp tutalar. Ama yer yer taviz vermek, hele hele Türkiye’deki gazetecilikte sistemin içinde var olmaya devam etmenin şartıdır. Bu mesleğin onuru gazetecilik yapabilmektedir, bazen mümkün olabildiği kadar yapabilmek de onurludur.
Sistemin içinde var olabilmenin de 80’ler ya da 90’larda olduğu gibi öyle çok şaşalı bir maddi getirisi yok çoğunluk için. Zamanında medya yerine McKinsey’e falan girseydim şimdi ev kiramı ya da Rick Owens’ın yeni koleksiyonunu nasıl ödeyeceğimi düşünmezdim. Pek çoğumuz başka bir şey olamadığımız için gazeteci olmadık, başka birçok şey olabileceğimiz halde gazeteci olduk. Dolayısıyla bu işe başlamış olmamız bile kendi başına bir idealizm.
Var olabilmenin tek bir önemi var: söyleyebileceğin 10 sözden yedi-sekizini söyleyebilmek için. Bu oranı Tuğrul Eryılmaz’ın “Gazeteci kendinden en fazla yüzde 25 taviz vermelidir,” tespitine dayanarak söylüyorum. Zamanı gelince o 10 sözün 10’u da da söylenir, ama bunun için tutunmak önemlidir.
Olay TV’nin bu kadar çabuk kapanmasındaki kriz HDP’nin meclis grup toplantısının tamamının yayınlanmasıymış. Türkiye’nin ikinci büyük muhalefet partisi sonuçta. Ama başka kanalların neden yayınlamadığının üzerinde de düşünmeliydi Olay TV yöneticileri bu işe kalkışmadan önce. Satranç serin kanlı bir strateji gerektirir.
Bazen bütün duvarları yıkmak, tüm sisteme birkaç günde meydan okumak insanın elinde patlayabilir. Nitekim öyle de oldu—tam bir “evdeki pirinçten olma” durumu değil mi? Uzun vadede çok kıymetli yayıncılık yapacak başarılı gazetecilerden olduk. Stratejiyi belirleyecek şeytani bir akıl birkaç ufak müdahaleyle bu noktaya gelinmesi kolayca önleyebilirdi. 10 sözden yedi-sekiz tanesini söylemeye razı olmak kanalı kapattıracak 24 saatlik “twitre” kahramanlığından daha kıymetli değil miydi?