Allahım… My God… My Lord…
Geride bıraktığımız yazdan aklımda kalan en eğlenceli anılardan biri Alaçatı’daki Sea Side adlı balıkçıda çalan Türkçe şarkıları İngilizceye çevirip anlamlarının nasıl farklılaştığını görmekti. Burada her akşam aynı şarkılar aynı sırayla çalıyor, önce Rumca başlıyor, saat 22:00’yi gösterdi mi de hiç sektirmeden Türk pop’unun klasiklerine geçiyor. “İspanyol Meyhanesi” veya “Affetmem Asla Seni” gibi. Biz Türkler (ya da belki genel olarak Akdenizliler) fazla duygusal insanlar olduğumuzdan, duygularımızı çok yoğun yaşadığımızdan abartılı hissiyatımız şarkı sözlerine de yansıyor. Hemen her aşk şarkısı kendini paralama, hayattan bezmişlik, intihar çağrışımı, ahiret ama çoğu zaman cehennem ve mutlaka ama mutlaka ölüm çağrışımı içeriyor.
Yıllar içinde pek çoğumuz bu şarkıları ezberlediğimiz için manalarını sorgulamıyoruz, ne kadar abartılı olduğunun üzerinde durmuyoruz bile. Bu arada ne kadar çok içki içiliyor Türk pop’unda: “Daha içelim”den “Kaldır artık boş kadehi neyleyim”e. Sözler bir yabancıya çevrildiğinde açıklanamayacak kadar şiddetli ve dramatik gözüküyor en popüler Türkçe aşk şarkıları. Bütün klasik aşk şarkıları aslında Leyla ile Mecnun’un kavuşamaması, kavuşana kadar başlarına gelen kıyametler, acılardan kökenini alıyor.
Şarkıların çoğu sadece ölüyorum-geberiyorum-aşığım diye özetlenebilecek bir yakarış, hemen hiçbirinde başı sonu belli bir hikaye yok. Halbuki ABD’nin en bilinen aşk şarkılarından “Killing Me Softly” adı Türk pop’una uygun olsa da bir hikayeyi anlatıyor: Bir kadın bir yerde genç bir erkeğin şarkı söylediğini duyuyor, merak ediyor, gidip dinliyor, bu genç erkeğin şarkılarında kendisini buluyor, adeta şarkıcı onun özel mektuplarını bulmuş da okumuş gibi söylüyor. “Sözleriyle beni yavaş yavaş öldürüyor,” an’ına kadar aşk acısı inşa ediliyor.
AŞK İÇİN NEDEN ÖLMELİ
Öte yandan, sanırım Türkiye’de herkesin ezbere bildiği Sezen Aksu’nun “Her Şeyi Yak” şarkısında neden aşk için illa da ölmemiz gerektiği bir türlü açıklanmıyor. Hatırladığım kadarıyla “Aşk için ölmeli,” önermesini bir şairle yapılan söyleşide görüp üzerine şarkı inşa ediyor Aksu. Şarkının bütününde de ateşte yanmak, ateşte yürümek, öldürülmek, tutuklu kalmak var. Ancak en vurucu kısmı kuşkusuz Allah’a olan yakarış. İnançsız biri olmama rağmen bu sözlere ben de içimden gelerek, sanki yaradana inanıyormuş ve ondan yardım istiyormuş gibi haykırarak eşlik ediyorum. Tıpkı gündelik dilimde “İnşallah”ya da “Maşallah” gibi kelimeleri kullanmam gibi; bu sözcükler ya da Allah’la doğrudan iletişim kurmak Türkiye’nin giderek yok edilmeye çalışılan İslam yorumunda dini değil, tıpkı bayram tebriği gibi daha çok kültürel ritüeller. Hala zaman zaman günah, israf, haram ve zekat gibi kavramların hayatımda ben farkında olmasam da yer ettiğini görüyorum, şaşırıyorum.
Sezen Aksu hayranı da değilim, ama sonuçta bir yanım bu topraklara dokunuyor ve bu topraklarda Sezen Aksu şarkılarının tohumları olduğu yadsınamaz. Birkaç kadehten sonra hepimiz Alaturka oluruz bu topraklarda.
“Her Şeyi Yak”a özellikle takıntılıyım ama. Bu şarkının sözlerinin aşırı dramatik, yabancı dile çevrildiğinde bir Batılıya hiçbir anlam ifade etmemesine rağmen Yunanistan ve Türkiye’de bu kadar sevilmesinin nedeni elbette coğrafya. Ama şarkının melodisinin kusursuz olduğu, dinlendikçe etkisini koruduğu da ortada. Haris Aleixou yorumunu ne dediğini anlamadan da dinleyip ürpermek mümkün. Zaten orijinal sözlerini de anlamaya kalkmak beyhude bir çaba, ben farklı çevirilerini okumama rağmen bir türlü neden bahsettiğini anlayamadım.
Hiçbir şarkı tek başına sözleriyle değerlendirilemeyeceği, melodiyle sözlerin birlikteliğiyle bir bütün olduğu için “Her Şeyi Yak”ın büyüsü de dublaj olduğu bilinince anlam kazanıyor. Zira bu şarkının orijinal ve dublaj versiyonunun sonunda yer alan koro kısmı kiliseden fırlamış adeta. Türkiye’nin genelinde kilise korosu geleneği yok, ama Hıristiyanlıkta var. Yunanca orijinalinde anlaşılmaz sözlerine rağmen bir ara kötülük ve tanrıya vurgu var; “Her Şeyi Yak” çok daha fazla dini motif içeriyor, sözlerle melodi birleştiğinde de Tanrı’ya yakarış kısmı anlam kazanıyor. Bu şarkıyı klasik yapan da mükemmel uyum olsa gerek. Ama kilise korosundan esinlenen son bölümdeki yakarış “Hangi Tanrı?” sorusunu da ister istemez çağrıştırıyor.
Alaçatı’daki akşam yemeği sırasında bu şarkının Türkçe sözlerini İngilizceye çevirmek aklıma geldi. Çeviri konusunda yetkin değilim, bir kez daha ne kadar zor bir iş olduğunu anladım. Ama amatör girişimimde bile en çok “Allah’ım, Allah’ım…” kısmında “Hangi Tanrı?” sorusu kafamı kurcaladı. İslam’da Allah’la kul arasına kimse girmeyebiliyor, ama Hıristiyanlıktaki özellikle St. Augustine’le (Augustinus) yayılan inanışa göre insanlar günahkâr doğuyor, yaptıklarından bağımsız olarak Adem ve Havva’nın işlediği ilk günah hep peşlerinden geliyor. Tam da bu yüzden Hıristiyan’ın bir kurtarıcıya, Tanrı’yla arasında boşluğu tamamlayacak bir elçiye, bir aracıya ihtiyacı var. Tam da bu yüzden ana dili İngilizce olan (ve Müslüman olmadığını varsaydığımız) birine “Allah’ım, Allah’ım…” yakarışında aracı olan “Lord”a mı yoksa doğrudan Tanrı olan “God”a mı seslendiğinden emin olamadım. Tanrı’ya mesajı “Lord” ileteceği için daha doğru geliyor.
ÇEVİRİDE KAYBOLUYOR
Bu şarkının İngilizceye çevrilmesine yönelik bir talep yok, kendi takıntım olduğunun elbette farkındayım. Ama bana bu soruyu sordurtan Türk popüler kültürünün demirbaş eserlerinin pek çoğunun çeviri / dublaj olması, çeviride de bir şeylerin kaybolduğu. “Her Şeyi Yak” kaydedilirken Hıristiyan teolojisini göz önünde bulundurduklarını zannetmiyorum; bulundursalar belki şarkının anlamı, sözleri de farklı algılanırdı. İşin ironik tarafı şarkının yer aldığı “Gülümse” albümü Ermeni bir müzisyen olan Onno Tunç’un eseri ama söz konusu bu şarkının düzenlemesi Atilla Özdemiroğlu’na ait.
Bu tür disonans ya da ahenk bozukluğu Türk popüler kültüründe kendisini sadece çeviri şarkılarda belli etmiyor. Elbette Ajda Pekkan’ı elinde kaynar sularla bir kahvede sabaha kadar uykusuz bulaşık yıkarken hayal etmek zorlama; ama Amii Stewart hakikaten de şarkının yazıldığı dönemdeki ırkçı algıda siyah bir kadına biçilen bu role uyuyor. Biz pek sorgulamıyoruz, sorgulamadan uyarlıyoruz.
Hala bile Türk sinemasında ya da dizilerdeki karakterler, ilişki dinamikleri Batı’daki muadillerinden esinlenerek tasarlanıyor, hikayeler buna göre yazılıyor. Oysa Batı’daki hikaye anlatımının tamamının kökeninde İncil var: Kavuşamamak, uzaklara gitmek ya da uzaklardan gelmek, yolculuk, fakirlikten zenginliğe ya da tam tersi gibi birkaç belli kategori var. Hıristiyan teolojisinde Hollywood filmlerindeki hikayeler ya da karakterlerin motivasyonları, davranış biçimleri anlam kazanıyor. Esinlenip yerlileştirmeye kalktığımızdaysa hikaye havada kalıyor. “Eşkıya” filminin sonunda neden bir helikopter var, sorusunun ikna edici bir yanıtı olmadığı gibi.
NURİ BİLGE CEYLAN PROBLEMİ
Cumhuriyet Bayramı’nda Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” filmi New York’taki Columbia Üniversitesi’nde gösterilip aralarında Orhan Pamuk’un da olduğu konuşmacılar tarafından tartışılacak. (Online panel, takip edebilirsiniz.) Ne anlatacaklarını merakla bekliyorum, zira Hıristiyan teolojisinin Türk sinemasında hikaye anlatımına birebir örneğini Ceylan’ın filmlerinde görmek mümkün.
Mükemmel bir görsel yönetmen olmasına rağmen hikaye anlatımında izlediği pek çok klasik Batı filminin etkisinde kaldığı ortada. Ceylan’ın karakterleri “iyi” ve “kötü” olarak ayrılıyor, ama “iyi” ve “kötü”nün karşılığı da bizde farklı, Batı’da (Hıristiyan dünyasında diyelim) farklı. İslam’da mutlak kötü diye bir kavram yok örneğin, insanların başına ne gelirse gelsin Allah’tan kabul ediliyor. Oysa Hıristiyanlıkta kötülük Tanrı’ya meydan okumaktan doğuyor. Batı biraz da kendi bilinçaltına yakın hikayeler gördüğü için Ceylan’ı ödüllendiriyor. Hıristiyan toplumlarda dindar olmayan kesimler için bile dinin gündelik yaşama kültürel etkisi, bilinçaltını şekillendirmesi yadsınamaz; dinle bağınız olmasa da dinin yaşadığınız toplumun üzerindeki etkisinden kaçamıyorsunuz.
Ceylan farkında mı, değil mi, yoksa sadece hayranlıkla izlediği filmlerin etkisi bilinçaltında kendi yaratıcılığını mı şekillendirdi; bilmiyorum. Daha yetkin birinin bunları onunla konuşmasını isterim. Ama onu, söz gelimi Sezen Aksu’dan ayıran, Sezen Aksu ya da Ajda Pekkan ya da her kimse neden uluslararası karşılık görmediğinin yanıtı yine çeviride gizli. Nuri Bilge Ceylan Türkçeyi Batı’ya, Hıristiyan dünyasına çeviriyor, uyarlıyor. “Her Şeyi Yak” gibi dublaj/çeviri şarkılarsa Batı’yı Türkçeleştiriyor sadece. Bu yüzden de karşılığı sadece bizde oluyor, sadece biz dinliyoruz, biz anlıyoruz, biz hüzünleniyoruz. Belki de bize kaderimizin bir oyunu bu; yalnız ve güzel ülke.