Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bu sene Amerika’da en çok konuşulacak ve hem ara seçimi hem de 2024’teki başkanlık yarışını etkileyecek konu belli oldu: okullarda hangi kitapların okutulacağı. “Woke” yani sosyal konular ve ırkçılık konusunda bilinçli olmayı gerektiren dalga Amerikan kültürünü epey etkiledi son yıllarda. Politik doğruculuk zirveye çıktı, insanların kendilerine hitap edilen zamirleri seçmelerinden komedi için de olsa rencide edici esprilerden kaçınmaya kadar hayatın pek çok alanını etkiledi. “Black Lives Matter” hareketi bu uyanıştan doğdu. Okullar da bu dalga sayesinde müfredatlarını güncellediler. Başta daha fazla siyah yazar olmak üzere farklı kültürleri temsil eden kitapları öğrencilere okutmaya başladılar.

        Görünürde iyi niyetli ve gerekli bir çaba bu. Amerika’nın halının altına süpürdüğü hataları var. Beyaz çoğunluğun kültürü ana akıma hakim; ama bu ülke çeşitli milletlerden oluşan bir göçmen toplumu ve sinemada, televizyonda, edebiyatta, okullarda bu çeşitlilik çok az yer buluyor. Ancak “woke” hareketinin bu kadar yayılması toplumun daha muhafazakâr kesimini endişelendirmeye başladı. Kültür savaşları zaten Trump dalgasını ateşleyen hareketti, şimdi tam gaz aynı taktik uygulanıyor. “Çocuklarımızın beyni yıkanıyor,” diyen Amerikan sağı savaşı körükledi ve okullardaki müfredatı en önemli seçim malzemesi haline getirdi.

        REKLAM

        Bu durum Amerika’nın iç işleri ve belki bizi ilgilendirmiyor. Ama bir mesajın yönetimi ve buna verilecek yanıtın yetersiz oluşunun siyasete etkisi Türkiye’deki politikacılara model olabilir. Amerikan sağının iddialarına karşı sol kendisini nasıl müdafaa edemiyorsa Türkiye’de de iktidarın her adımına karşı muhalefetin mesajı cılız kalıyor.

        AİLELER KORKMAYA BAŞLADI

        Amerikan solu “Çocuklarımızın beyni yıkanıyor,” eleştirilerini bir türlü yanıtlayamıyor çünkü hatalı olduklarını biliyorlar. Bazı okullar merkezden çok uzağa gitti, adil ve “woke” olacağız diye edebiyat tarihini yeniden yazmaya başladılar. Çocuklara edebiyat dersinde klasikler okutulmamaya başlandı, onun yerine tarihsel önemi tartışmalı birtakım güncel kitaplar verildi. Okulda öğrendiklerini akşam evde tekrarlayan çocuklar da söyledikleriyle anne-babalarını şoke etti. Pasteur’ü bilmeyen öğrenciler evde ilk siyah hemşirenin kim olduğunu ayrıntılarıyla anlatmaya başladı örneğin. Konulara aşina olmayan anne-babalar da çocuklarının beyni yıkandığı için tedirgin olmaya başladı. Amerikan sağı aradığı malzemeyi böylece buldu.

        Asıl acizlik “Hayır beynini yıkamıyoruz,” denememesi, çocuklara ne öğretildiğinin bir türlü açıklanamaması. Virginia’da valilik seçimine mal oldu bu müfredat tartışması, bu sene de Kongre’deki çoğunluğu bu yüzden kaybedebilir Demokratlar.

        Şu son birkaç sene gösterdi ki Amerikalı seçmen ortanın çok uzağına gitmek istemiyor. Ne aşırı ilerici ve solcu olmak istiyor ne abartılı derecede gerici ve sağcı. En önemli unsur elbette ekonomi. Herkes cebindeki paraya bakıyor. Ekonomi kötü giderken de Amerikan sağı kültür savaşlarını tetikleyerek kendisine alan açıyor.

        Türkiye’de kültür savaşları genelde dini değeler üzerinden çıkartılıyor. Geçmişte muhafazakâr sağ siyasetin başörtüsü yasağını sürekli gündeme getirmesine karşı laik cephe bir türlü kendi pozisyonunu açıklayamamıştı. Hatta Bülent Ecevit’in Merve Kavakçı’ya isyanı gibi tarihe geçen görüntüler karşı tarafı haklı çıkaracak malzemeler olarak kullanıldı. Bir türlü neden kendi açılarından kamusal alanda başörtüsünün yasak olması gerektiğini anlatamadı bunu savunanlar. Üstelik mağduru eziyormuş gibi bir görüntü de çıktı.

        REKLAM

        Bugün dine dayalı siyasi propaganda eskisi kadar tutmuyor çünkü muhafazakâr kesim hemen her istediğini aldı: kamusal alanda baş örtüsü, başörtülü Cumhurbaşkanı eşi, Taksim’e cami, havalimanından Atatürk adının kaldırılması, imam hatip liselerinin yaygınlaşması gibi. Özellikle sonuncusu laik ya da muhafazakâr pek çok aileyi mağdur etti, ama muhalefet bu konuyu geçmişin korkusuyla yine mağdurun üzerinde tepiniyormuş görüntüsü vermemek için gündeme getiremedi ve okullar dönüştürüldüğüyle kaldı. Ancak bir yandan da aşırı sağın can suyu olan İslami konular tükendi. Dikkat ederseniz o kesimin en fanatikleri şimdi Amerika’dan ithal komplo teorileriyle boğuşuyorlar: aşı karşıtlığı, chip, Bill Gates ve FED’in “sahibi” beş aile gibi. Bunlar tabanı mobilize edecek konular değil, eskisi kadar siyasi getirileri yok.

        SABAH AKŞAM EKONOMİ

        Şimdi tıpkı Amerika’daki müfredat konusu gibi muhalefeti zor durumda bırakmak için, siyasette gelecek iddiası olan Ekrem İmamoğlu gibi isimleri teröristmiş gibi gösterme taktiği uygulanmaya çalışılıyor. Pek tutacak gibi görünmüyor. Birincisi, İmamoğlu tam da Erdoğan okulundan gelen bir siyasetçi gibi geri adım atmıyor ve meydan okunuyor; ikincisi ekonomi ana gündem olduğunda seçmen tek bir konuya odaklanıyor ve dikkatini çekmek zorlaşıyor.

        Bu durum aslında muhalefet için altın fırsat.

        Ana konu ekonomiyken ne terörist iddialarıyla ne de başka bir gündemle boğuşmak zorunda. Tek bir mesaja kitlenmesi lehine: sabahtan akşama kadar ekonomi üzerine yoğunlaşmak. Ama bunu da anlaşılır yapmak. Tıpkı okul müfredatını açıklayamayan Amerikan solu gibi Türkiye’deki muhalefet de ekonomi konusunda tam olarak ne diyeceğini bir türlü bulamadı.

        Star mimarlar hata yaptığında

        Star mimarlar hata yaptığında
        0:00 / 0:00

        Birkaç sene önce İstanbul’da yağışlı kış günü doktor randevusu için Amerikan Hastanesi’ne girerken fark etmiştim. Girişteki zemin o kadar kaygandı ki kapıya varana kadar bir yerimi kırabilirdim. Kim tasarladıysa İstanbul’un yağmur alan bir şehir olduğunu düşünmemiş olmalı. Kendi kendime “Belki de ortopedi servisine gelecek hasta yoğunluğunu artırmak için böyle yaptılar,” diye espri de yaptım. Zemin konusunda hassasım, çünkü yine yağmurlu bir havada İstanbul’da ayağım kayıp düştüğümde elimi kırdım. Taksim Meydanı’nda İstiklal’in girişindeki taşlar da epey kaygan. Yürümesi zaten zor şehirde kimse bunları döşerken kontrol etmiyor herhalde.

        Ama sadece İstanbul sorunu da değil bu. Venedik’te Santiago Calatrava’nın yaptığı bir köprünün camlarının değişeceğini okurken İstanbul’da ayağımın kaymasını hatırladım. Dünyanın en etkileyici mimarlarından Calatrava’nın köprüsünün iki yanı cam ve açıldığından beri pek çok kişi düşüp bir yerlerini incitiyor. Venedik belediyesi açılan davalardan bunaldığı, her yağmur yağdığında köprüyü kapatmak zorunda kaldığı için camları değiştirmeye karar vermiş. Calatrava’nın Bilbao’daki köprüsü de benzer bir süreçten geçmişti. Ayrıca tıpkı New York’taki Oculus binası gibi yapımı beklendiğinden uzun sürmüş, bedeli de katlanarak artmış. Özellikle vergi verenlerin parasıyla yapılan bu eserler her ne kadar güzel görünse de maliyetleri katlandıkça içimdeki sosyalist mimara kızıyor. Gerçi, tarihi bir eser olarak bırakılıyor bu binalar. Fiyatla ölçülür mü?

        Peki star mimarların (‘starchitect’ deniyor) sadece kendi istediklerini yapıp çevrenin ve doğanın şartlarını hiçe saymaları? Calatrava köprüyü yaptığı şehre yağmur yağacağını tahmin etmemiş olamaz herhalde. O yüzden cam ısrarını anlayamıyorum. Dünyanın en ünlü alışveriş merkezi mimarlarından Jon Jerde de İstanbul’un en çok rüzgar alan yerine Kanyon’u dikti, sonra insanlar açık hava alışveriş merkezinde dolaşırken üşüdükleri için camlarla kapatılmaya çalışıldı. Kanyon çok güzel bir bina hala, ama İstanbul’a uygun muydu tartışılır. Calatrava’nın eserleri de büyüleyici ama giderek işlevsel olmadıkları ortaya çıkıyor.

        Diğer Yazılar