Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kapakta sadece “De Niro (Çünkü Tanrı müsait değildi)” yazıyor, Robert De Niro’nun adeta alelacele çekilmiş bir portresine eşlik ediyor. 1997 yılından bir Esquire kapağı bu. 10 sayfaya yakın yazıda De Niro’yla toplam 10-12 dakika konuşulmuş, kalanı yazarın hayal gücü. “Sormamı istediğin bir şey var mı?” sorusuna “Hayır, zannetmiyorum,” gibi kısa yanıtlar veriyor. “Ne konuşalım?” dendiğindeyse “Bilmem, aklıma bir şey gelmiyor.”

        Ama o 10 sayfa boş lafla dolmadı. Yazar De Niro’nun yaşadığı Tribeca’yı dolaşıyor, evinin etrafındaki esnafa uğruyor, hatta bir ara köşedeki pizzacıda aktörün bir dilim yiyip yemediğini hayal ediyor. Esquire’ın tarihinde edebiyat var; şöhretlerle yaptıkları söyleşiler, portreler de kısa öykü tadındaydı eskiden. Mike Sager’ın De Niro röportajı da böyleydi. İnsana yazar olması için ilham veren cinsten.

        Söyleşinin yapıldğı sıralarda Robert De Niro münzeviye yakın bir hayat yaşıyordu. Özel hayatı hakkında çok az konuşuyor, hemen hemen hiç söyleşi vermiyordu. Söyleşi vermeye ihtiyacı yoktu, çünkü bir ürüne adını vermesi başlı başına tanıtımdı, kalite tesciliydi.

        REKLAM

        MÜTEVAZI YAŞLI BİR AMCA

        2015 yılında New York’ta bir otel odasında Robert De Niro’ya şu anda bir grup gazeteciyle bulunmaktan nefret edip etmediğini sordum. Dünyanın farklı köşelerinden gazeteciler bir yuvarlak masada “The Intern” adlı berbat filmi hakkında konuşmak için toplanmıştık. Odaya girer girmez huşu uyandıran bir hali vardı, ama bu daha çok ekrandaki efsanenin yansımasıydı. Karşımızdaki daha çok mütevazı, babacan bir yaşlı adamdı. Sorum üzerine hafifçe gülümsedi, “Yoo, filmin tanıtımı için ben de elimden geleni yapmaya çalışıyorum,” dedi.

        Bütün sorulara yanıt verdi, hiç kızmadı, çok sabırlıydı. Sıkılıyorsa belli etmedi, ne de olsa dünyanın en iyi oyuncusu sayılır. Ama özel olarak ağzından alıntılanmaya değer bir cümle de çıkmadı. Sınırlı süre olmasına rağmen De Niro’yla konuşacak konu kalmadı. Ben bir ara “Marty’le yeniden çalışacak mısınız?” dedim. “Bir şeyler konuşuyoruz, bakalım,” dedi. “The Irishman” dört sene sonra vizyona girdi. Sohbet o kadar sıradanlaştı ki gazetecilerden biri “Boks yapıyor musunuz­­­ hala?” diye saçma bir soru sordu, o da epeydir yapmadığını söyledi. Birkaç kelimelik kısa cümleler, ama hep kibar ve saygılı.

        TAM BİR TÜCCAR

        De Niro’nun “The Irishman”e kadar oynadığı son büyük film “Wag the Dog” olmalı. Arada yan rollerde oynadığı bir-iki tane iyi yapım var ama çoğunluk sadece para için alelacele yapılmış, ne gelirse evet denmiş filmlere benziyor. “Analyze This” ile başlayan bu süreçte De Niro tam bir tüccar aktör oldu. Aktörlüğünü dışında iş adamlığını da daha fazla ön plana çıkmaya başladı. 1994’te ortak olduğu Nobu zincirlerinden sonra başka lokanta ve otel işletmelerine de girdi. Dünyayı gezip gezip yeni Nobu şubelerini tanıtıyor. İstanbul’da ona film çekip çekmeyeceğini sordular, hiç oralarda değil halbuki. Yemek satmak istiyor artık, sinema çoğunlukla ikinci planda. Sonuçta kime ne kanıtlayabilir ki?

        De Niro’nun kişisel servetinin 500 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Az değil kuşkusuz, ama astronomik de değil. Sadece sinema yapan Tom Cruise’un servetiyse 600 milyon dolar civarında. De Niro aksiyon filmleri yıldızı değil kuşkusuz, ama bu bir star’lık yarışı olduğu için hep daha çok kazanmak istiyordur.

        Aslında De Niro’nun açılmasının, basınla konuşmasının, film tanıtımlarının iyi tarafları oldu. Donald Trump’a karşı en sert muhaliflerden biriydi, onu yumruklayacağını söylemişti. Oğlunun otistik olduğunu kamuoyuyla paylaştı. Bilime meydan okurcasına aşıların otizme etkisini sogulaması onu yer yer komplo teorisyenleri ve Amerikan sağıyla yan yana getirdi. Aynı adı taşıyan ressam babası hakkında yapılan bir belgesele konuştu; babasının hem sanatından bahsetti, hem de eşcinsel olmasından. Gelecekte birkaç film ve dizi daha var, ama Robert De Niro’nun önceliği artık lokantaları, otelleri, banka hesabı. Bir başkası olsa yerden yere vurulur bu tüccarlığı, ama bir başkası “Raging Bull”da devleşmedi.

        Nobu yeniden Türk pazarını deniyor

        Nobu yeniden Türk pazarını deniyor
        0:00 / 0:00

        Bu sene Matsuhisa’nın 35. yılı. Beverly Hills’de son derece sıradan görünen bu lokanta dünya yeme-içme kültürünü değiştirdi ve ilk açıldığı günden beri de etkisini hemen hemen hiç kaybetmedi. Nobu Matsuhisa bu küçücük lokantayı açmadan önce Japonya’da her suşi ustası gibi ağır bir eğitimden geçtikten, birkaç kere başarısız olduktan sonra Amerika’ya geliyor. Ayda sadece bir gün izin yaparak, lokantanın üst katında uyuyarak ve iki sene sadece pilav pişirerek mesleğe başlamış. Matsuhisa’yı açtığında kapısında Madonna’dan Tom Cruise’a pek çok ünlünün kuyruk olduğu, yemekleri başka lokantalarca da taklit edilen bir gastronomi efsanesi yaratıyor. Robert De Niro’nun aklını başından alan da bu lezzetti.

        Nisan ayında ben de oradayken Los Angeles’taydı Nobu-san. Şehre geldiğinde mutlaka Matsuhisa’ya uğruyor. Ne de olsa ilk göz ağrısı. Dünyanın dört bir yanındaki Nobu zincirleriyle birkaç şubesi bulunan ama asıl merkezi Beverly Hills olsan Matsuhisa’nın yemekleri birbirine benziyor. Mönü görünürde aynı gibi. Ama Nobu buranın daha zincirleştirilmiş hali ve sahiplik yapısı farklı.

        Şef lokantalarına geldiğinde mutfağa girmiyor ama önlüğünü giyip ortalıkta görünüyor. Son gittiğimizde kaçırmıştık, erken kaçmış. Daha evvel yakalayıp sohbet etmiştik. Kapı girişinde, bir taburede kendinden bezmiş bir şekilde oturan o muydu diye tereddüt ettikten sonra. Kendisine ilgi gösterilince hemen diriliyor, yüzünde gülücükler açıyor ve anlatmayı çok seviyor. Tabakları bile kendisi tasarlamış. Fotoğraf çektirmeye de bayılıyor, işaret parmağını uzattığı bir pozu da var. Son yıllarda o da Instagram tuzağına düştü; her gün paylaşıyor. Yeteri kadar ciddiye alınmıyor ve zincirleştiği için o kadar prestiji yok belki ama Nobu Matsuhisa hakikaten dünyanın en iyi şeflerinden biri. Büyük usta.

        REKLAM

        Birkaç sene önceydi konuştuğumuzda. Bodrum’da Nobu açtıklarını ama tutmadığını, belki yeniden olabileceğini söylemişti. Nitekim oldu. Önce İstanbul’da, bu yaz da Bodrum’da Nobu açıldı. Usta da De Niro’yla birlikte tanıtım turu için Türkiye’deydi. Bu sefer tutacak mı?

        Nobu markasını İstanbul’a getiren Baran Süzer çok iyi tanıdığı Türk müşterisinin beğenisine uygun olarak dekorasyon konusunda değişiklik yapmak için merkezi ikna etmiş. Süzer’i New York ve Londra gece hayatında tanımayan yok. Onun da tanımadığı.

        İstanbul Ritz’deki Nobu dünyadaki muadillerinden biraz daha şatafatlı, ihtişamlı olmuş. Bundan sonra açacakları yeni Nobu’ları da İstanbul’dakine benzeteceklermiş.

        BU HESAPLARI KİM ÖDEYECEK

        Hakkasan, Spice Market, Zuma gibi zincir lokantalar İstanbul’da açıldı, hem de ekonominin en parlak döneminde. Bazıları tutmadı ve hemen kapandı. Bazıları dünyada da yok oldu ya da bozuldu. İstanbul’daki Zuma orijinal mekandan taşındı, Galataport’ta küçük kardeşi Roka açıldı. Dubai lokantası havasında Arap turisti hedefleyen bu mekanın yemekleri şaşırtıcı derecede güzeldi geçen Mart ayında ziyaret ettiğimde. İstanbul’daki Nobu’ya gidemedim.

        Ama Nobu’nun bu zincir lokantalardan farkı genel olarak daha sade, şatafattan uzak ve aşağı yukarı her yerde belli bir kalite çıtasını tutturabilme başarısı. İstanbul’da yemedim, Bodrum’u da fotoğraflarından gördüm. Bugünkü kurla böyle bir yatırım yapmak akıl kaçırtıcı, çünkü Nobu pahalı bir lokanta. Türkiye’de daha da pahalı. Matsuhisa ise ondan bile pahalı.

        Malibu’daki Nobu konumu nedeniyle dünyanın en güzel lokantası olabilir. Tam bir görme-görülme mekanı, rastgele gittiğinizde illaki bir şöhretle karşılaşıyorsunuz. Kanye West ve Kim Kardashian’ı görmekten ve patlayan flaşlardan ben sıkıldım artık. Ama hem mekan çekici, hem de insan Nobu’nun yemeklerini özlüyor. “Black Cod with Miso” ya da “Rock Shrimp Tempura” benzer bir sürü lokantada taklit edildi, İstanbul’da bile yıllardır mönülerde var. Ama hiçbiri Nobu’daki gibi değil.

        REKLAM

        Nisan’da hem Matsuhisa’da hem Nobu’da yedim. Şaşırtıcı gelebilir ama otoparka koydukları berbat masalarla otoban lokantasını andıran Matsuhisa’da bu sefer suşi hayal kırıklığı yarattı. Buna karşılık enginarlı salatasından iki tane söyledik; İstanbul ve Çeşme’deki Momo’nun da mönüsünde var ama hiçbiri Nobu gibi değil. Dozla ilgili bir sihri var.

        Nobu’ya özellikle Japon lokantası demek doğru değil. Füzyon mutfağı aslında. Hamburger de var, suşi de. Ama her şey Japon etkisinde, Türkiye’nin lahmacunla suşiyi aynı anda satan sonradan görme lokantaları gibi değil.

        Türkiye’nin büyük çoğunluğu hiçbir zaman Nobu’da yemek yiyemeyecek. Malibu’daki Nobu’ya zaman zaman asgari ücretle çalışanlar, Amazon kamyonlarını sürenler, mağaza tezgahtarları da süslenip geliyor. Pahalı ama asgari ücretlinin bile arada sırada para biriktirip gelebileceği bir yer sonuçta. En azından bir içki içiliyor, kimseyi kapıdan çevirmiyorlar. Böyle eşitleyici, sınıflarüstü bir tarafı var. Türkiye’de Nobu’dan bir aylık maaşı bırakmadan çıkmak mümkün değil, burası da çok zenginlerin yemekhanesi olacak sadece. Ama bu Nobu-san’ın ayıbı olmasa gerek.

        Diğer Yazılar