Çok contemporary'iyiz şekerim
Ben salona girdiğimde o çocuklar gibi şen, bir heykelden diğerine zıplayıp biçim ve forma uygun pozlar veriyordu. Arkadaşları da onu destekliyor, sergi alanındaki eserlere dokunmasına, yaslanmasına, fotoğraf için şekilden şekle girmesine teşvik ediyordu. Ya da telefonu tutuyordu diyeyim. Leyla Alaton’un klasik pozu değişmiyor. Ayakta durulduğunda sırt belli bir açıda geriye atılıyor, bir el havaya kalkıyor, artık o an elde yelpaze ya da çanta ne varsa aksesuar olarak kullanılıyor, surattaki abartılı neşeli ifadeyle o Kodak an’ı dünyayla paylaşılıyor. Her şey Gram için. Sonradan Instagram hesabına göz gezdiğimde çekilen onlarca pozdan dikkatli bir eleme yapıldığını, fotoğrafların ancak böyle paylaşıldığını anlıyorum. Benim tanık olduğum çekimdeki kareler sınavı geçmemiş.
80’leri belli portreler üzerinden “Cilalı İmaj Devri” kitabında yazan Can Kozanoğlu ondan “son model ideal kadın” diye bahsetmiş, Özal dönemiyle birlikte yükselen prenslerle eş zamanlı patron çocuklarının vitrine çıktığını anlatmıştı. Gazeteler yabancı dil bilen, spor yapan, dans eden, dinamik, akıllı, şık ve “gusto” sahibi bu insanları övgülere boğuyor, onlar da “En iyi giyinen, en zarif, en güzel,” gibi anketlerde üst sıralar için kapışıyordu. Şirketlerini tekneden yönetip New York borsasına sokan bu eski Türk burjuvazisi artık Contemporary İstanbul açılışında ve bol bol fotoğraf çekiyor.
ESKİ PARA SANAT SEVİYOR
Bu fuarı yapıldığı her sene başkalarının sosyal medya hesaplarından takip ediyorum, çünkü hayat durmuş gibi sosyete sergi alanına akın edip fotoğraf paylaşma yarışına giriyor. Alaton sadece Cumartesi değil, bir önceki gün de “pre-opening” için oradaymış. Yine bol bol fotoğraf çekilmiş, paylaşılmış. Cumartesi günü de İstanbul’un bir parkındaki geleneksel sabah yürüyüşünden sonra bütün güne uygun giyinmiş belli. Gece Sahir Erozan’ın yalısındaki partide de aynı kostümle, fuardan tanıdık simalarla eğleniyordu.
Kozanoğlu medyanın genel olarak Türk burjuvazisini övmesini yaşam tarzı ve değerlerine özenmek olarak yorumluyor. Ama aslında övülen “burjuva inceliklerin ötesinde, burjuvazinin satın alma ve ‘ulaşma’ gücüydü aslında,” diye not düşüyor. 80’lerin cilalı imaj devri çoktan bitti; artık ne böylesi bir medyadan ne de anladığımız anlamda bir burjuvaziden söz edilebilir. O gün sayfaları işgal edenlerin pek çoğu bugün yok. Yıllar sadece gençlik ve güzelliklerine değil sosyal statüleri ve banka hesaplarına da darbe vurdu. Para çoktan el değiştirdi, nüfuz alanları nostaljiye hapsoldu.
Sanat bir kesim için kendilerinin yeni para ve sermayeden farklı olduklarını gösterecekleri bir sığınak oldu 10-15 yılda. Mekan işletmecisi Emre Ergani bir zamanlar Türkiye’de gece hayatını çeviren bin kişi olduğunu, bu kişilerin de birbirini tanıdığını söylemişti. 90’ların sonunda bu insanları sayıları beşi geçmeyen bar, restoran ve gece kulüplerinde bulmak mümkündü.
İstanbul burjuvazisi kalelerini Körfez sermayesine devretti. El değiştiren paranın doğal sonucu olarak oluşan yeni yerli sermaye ise 80’lerde zengin olanlarının yaşam tarzına özendiğinden, dergilerden ve gazetelerden onların şaşalı yaşamını okuyup öğrendiğinden içindeki açlığı şimdi onlara yetişerek tamamlıyor. Yat alıyorlar örneğin, ya da Paper Moon’a gidiyorlar.
Sanat ise şimdilik eski burjuva sınıfının tekelinde. O bin kişilik kitleyi CI açılışında, bienalde, bir alt kademeyi Ahmet Güneştekin’in şaşalı yemeklerinde, bir üstünü Miami’de Art Basel’de görmek mümkün. Kulübün içindeyseniz illaki bir tanıdığına rastlıyorsunuz. Paranın sanata yatırılması hem daha şık, hem de kendilerinin daha entelektüel ve bilinçli olduklarının göstergesi. Önemli olan sanattan anlıyormuş gibi görünmek.
DEKORATİF UNSUR
Yeni para AVM’lerde oturmayı statü simgesi zannediyor, eski para sürekli açılan AVM’lerden şikayet ediyor ama sanatın AVM’leştirildiği bir fuardan heyecanlanıyor. CI tam da bu. Bol bol sponsor logosu olan, İstanbul’un meşhur mekanlarının “pop up” şube açtığı, içki ve kahve firmalarının standının olduğu, parasıyla bile içme suyu bulunmayan (Illy kahvecisi su satmıyor mesela), gelenlerin fotoğraflamak için önünde kuyruk oluşturduğu işler dolu bir AVM. Şeffaflık adına not: İçeride Habertürk standı da var.
İşlerin çoğu berbat, içindeki birkaç etkileyici eser kalabalıkta kayboluyor. Kehinde Wiley de var, Jeff Koons da. Star’lık terazisinde dünyadaki muadillerinden aşağıda değil. Koons’un boyadığı bir otomobilin “piece de resistance” olarak sunulması, o otomobil firmasının sponsorluğunda Türkiye’ye gelip bol bol fotoğraf vermesi başlı başına performatif bir sanat örneği olarak bu AVM’nin özeti olabilir.
Eski kaleci Volkan Demirel sanattan anlayabilir mi? O da orada, çünkü alıcı. Bu Pazar yerinin bu kadar kalabalık olması, dünyadan da sanatçıların katılması, galerilerin zenginlere durmadan iş satmasının ekonomik karşılığı olmasa Contemporary İstanbul yapılmaz.
Aslında koleksiyon inşa etmek isteyenlere verilen ilk tavsiye akıldan çıkmayan, insanın vurulduğu, mutlaka sahip olmak istediği bir esere yatırım yapılması. Türkiye’de sanatın ekonomisini duvar rengi, evin metrekaresi, tavan yüksekliği ve gelen misafirleri etkileyebilme potansiyeli belirliyor. Sanat eserinin insanda yarattığı his, hayal gücüne katkısı gibi sorular değil baskın olan. Salonun o köşesinde nasıl durduğu ve fotoğrafta nasıl göründüğü belirleyici. Satın alınan dekoratif bir obje artık. Galericiler de çoktandır dekoratör olarak çalışıyor. Contemporary İstanbul’u da yer yer Mudo Concept gibi mobilya-tasarım mağazalarından ayırmak mümkün olmayabiliyor.
Varoluşları zenginlerin cüzdanından çıkacak paraya bağlı olan sanatçılar da müşteri kitlesinin talebini biliyor elbette. Salona alınacak kanepenin boyunu ayarlamak mümkünse yerleştirilecek eserin rengini de mobilyalara uygun yeniden ayarlamak neden olmasın? Bunun aynısının sarısı da var mı? Yemeğe geçmeden önce sizi oturma odasına alalım, 15 dakikalık kısa bir video enstelasyon izleyeceğiz. Dijestifleri bahçedeki heykellerin altında alalım. Tatlıya geçmeden önce ekrandan son aldığım NFT’lere bakalım. Ayşe Hanım, duvardaki muz çürümüş; misafirler gelmeden tazesini yeniden bantlar mısın?