Abbas!..
Hıncal Uluç sık sık basını eleştirir, mesleğin temel kurallarının bile yapılmadığından şikayet eder, “Mehmet Ali Abi olsa…” diye gazeteciliği yanında öğrendiği Kışlalı’nın kurallarından bahseder ve hep “Gazetecilik bitmiş,” diye yazardı. Bir gün, tam da “Gazetecilik bitmiş bu ülkede,” diye yola çıkıp Hıncal’ın Yeri’ne sık sık konuk olan Holly’i araştırmaya başladım. Gençlik, şımarıklık, çıkıntılık… Hıncal Abi’nin hoşuna gidecek bir numara. Hatta “Holly gerçekten var mı, yoksa aslında Ertekin mi?” bile yazmıştım.
Ertesi gün telefon öğleden sonra çaldı. Telefonun ne zaman çalacağı gibi Hıncal Uluç’un ne zaman su içeceği bile planlıydı. Sabah erkenden uyanır, gazeteye gider, öğlene kadar yazısını yazar, öğlen yemeği varsa ona gider, ardından eve dönüp günün gazetelerini okur ve akşam artık hangi davet, gösterim, konser, oyun, sergi, açılış, maç vs. varsa ona dahil olurdu. Telefonlar genellikle gazeteden çıkmadan önce 12:00-12:30 arasındaki kısa dilimde gelirdi ve onlarca yıldır sağ kolu olan Yasemin bağlardı.
Meşhur kahkahasını atan Hıncal Abi bana “Holly’i bütün Türkiye tanıyor,” diyor. Meğer Zeki Ökten’in “Faize Hücum” filminin açılışındaki buz pateni sahnesinde kayan kişi Holly’miş. Hemen görüntüleri buldum tabii ki. Sonra tanıdıklar vesilesiyle Virginia’da yaşayan Holly’e de ulaştım ama araya kimi koyduysam söyleşi için ikna edemedim. Hiç doğrudan söylemedi, ama Hıncal Abi bu söyleşiyi yapmamı sanırım çok istiyordu.
Hıncal Uluç’a ulaşmak zordu. Hayatını Hıncal Uluç’sal birtakım kural ve ilginçliklerle donatmıştı. Evini aradığınızda telefonu açmaz, telesekreterde kimin aradığını anladıktan sonra yanıt verirdi. Ev telefonu zaten çok kişide yoktu, ben bir keresinde Yiğiter Uluğ’dan alıp sadece mesajı dinlemek için aramıştım: “Adınızı söylemezseniz bu telefon açılmaz,” diye sert bir uyarı. Mobil telefon kullanması, mesaj yazması epey gecikmeli oldu ama o dünyaya da uyum sağladı.
Sadece ben değil, pek çok genç gazeteciyi arayıp beğendiğini veya beğenmediğini doğrudan söylerdi.
Bugün arkasından iyi yazmayacak pek çok ismin bile o telefonlardan memnun olduğunu, bir meslek ustasının doğrudan arayarak kendilerine kıymet verdiğini düşündüklerini biliyorum. Amacı tam da buydu zaten. Komplekssizce karşısındakini muhatap almak, değer verdiğini eleştirmek ve dozunda övmek.
“Mehmet Ali Ağabey (Kışlalı) aradı ve senin bugünkü yazını övdü,” demişti bir keresinde telefonda bana. “Mehmet Ali Ağabey’in arayıp benim bir yazımı övmesi tam 50 sene aldı,” diye eklemişti.
Hıncal Uluç beni çok erken gördü, çok erken destek verdi, çok erken muhatap aldı. Ve her aradığında hala içimde “Bu sefer ne diyecek, kızacak mı yine,” diye hafif bir irkilme olurdu. Yolu bir şekilde Hıncal’ın Yeri’nden geçen kim varsa aradıklarında benzer duygular hissettiklerine eminim. Pek çoğumuz hiç farkında olmasak da hep kendimizi Hıncal’a kanıtlamak istedik. Hala öyle. Çünkü hepimiz onun açtığı yollardan geçerek kendimizi bulduk.
Kim ne derse desin bu işin en iyisiydi. Bugün bu işin en iyileri olarak bilinenler bile onun kadar iyi değil. En iyimiz de her şeyi ondan öğrendik; ona bakarak, onu okuyarak, onu çalışarak. Hiç kimsenin vazgeçilmez olmadığı medya dünyasında hakikaten kendine özgü, yeri doldurulması imkansız, gerek yazı karakteri gerekse de dışarıda yarattığı persona açısından eşsiz biriydi.
O telefon artık çalmayacak. O telefonun artık çalmayacağını aslında aylardır biliyordum ama hala içimde bir umut, tekrar arayacak diye bekliyordum. Bir gün tekrar arayacak ve belki bir Kilis kebapçısına gideceğiz. Belki Özcan’ın yerinde oturacağız. Belki Ünal’la birlikte onu sinema çıkışında yakalayacağım. Belki yine bir yılbaşı gecesi benim evime gelecek. Bütün bunların olmayacağını biliyordum. Bu sefer giderken o iki nokta ve ünlemli meşhur “Abbas…” izin notu bırakmamıştı ne de olsa.
Tek tesellim ona borcumu hayattayken ödemiş olmam: Yazı insanları ustalara borçlarını onlar hayattayken kalemiyle öder. Ben de Hıncal’la kavga ettim, Hıncal’ı övdüm, ona kızdım, onu sevdim, ona hayranlık besledim. Yazı neye imkan veriyorsa bana, bize yazmayı öğreten gerçek bir ustaya yeteneğim yettiğince sayfadan seslendim.
O da aradı ve kahkahasını hep attı. Arkasından ağladım dün. Böyle sulu gözlü, duygusal vedalardan hoşlanmayacağını bilmeme rağmen kendimi tutamadım. Serinkanlı, soğuk, taş gibi karşılayamadım ölüm haberini. Uzun zamandır kimsenin arkasından ağlamamıştım.
Hıncal Uluç artık aramızda olmadığı için çok ama çok üzgünüm. Ondan bana miras düşündüğümü başkaları ne der kaygısı gözetmeden yüksek sesle söyleyebilme cesareti oldu ve artık o mirasa sahip çıkmak her zamankinden daha da önemli benim için.
Onu çok özleyeceğim.