Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kendimi profesyonel bir yiyici olarak görüyorum ve yıllar içinde kendi kendime belirlediğim belli kriterler beni hiç yanıltmıyor. Bu konuda abartılı bir özgüven sahibiyim. O kadar ki, fotoğraftan, dekordan, içerideki insan malzemesinden bir yerin yemeğinin iyi olup olmadığını uzaktan bile kestirebiliyorum. Aşırı özgüvenin yanıltıcı olabileceğini öğrenmem için Londra’ya bir zindana gitmem ve 220 pound bedel ödemem gerekti. Olay bir zamanlar döner bıçaklarıyla yağmacıları kovan Türklerin yaşadığı Dalston bölgesinde geçiyor. Yer Mangal II. Hafif çaprazdaki birinci Mangal’la karıştırmamak gerek 1994’ten beri açık olan bu Türk ocakbaşını. Pandemi sırasında yeni kuşak Dirik kardeşler Mangal II’yi küçük porsiyonların ve deneysel reçetelerin sunulduğu bir “fine dining” tecrübesi olarak yeniden icat etti. Sosyal medyanın da gazıyla yer bulmanın epey zor olduğu bir restorana dönüşüyor. Eski Mangal II’yi tavsiye edenler arasında Hussein Chalayan da vardı.

        Fotoğraflardan ve mönüdeki iddiadan Mangal II’nin kentin en iddialı mekanlarından biri olduğunu düşünmek mümkün. Sadece Türk lokantaları arasında değil, lokanta kültürü Brooklyn’e fazlasıyla özenen ama genelde altında kalan Londra’da ön plana çıkan, sıyrılan özel bir mekana benziyor. En azından uzaktan. En azından, New York’tan Londra’ya indiğim ilk akşam koşa koşa gitmemi gerektirecek kadar merakımı cezbetti. Üç kişi, bir doğum günü yemeğinde, mönüde aşağı yukarı ne varsa söyledik. Şef Sertaç Dirik aşina olduğumuz ocakbaşı lezzetlerini alışılmadık tatlarla birleştirerek farkını yaratmaya çalışıyor. Uluslararası alanda “nouvelle” Türk mutfağının en iddialı örneği olmaya aday; açıkçası başkasının pek cesaret edemeyeceği kadar da cesur görünüyor.

        REKLAM

        ORTAK KANI OLMAMIŞ

        Minimalist bir kebap (“cull yaw köfte”) yanında elma püresiyle, acılı ezme bir ‘steak tartare’ ve çiğ köfte karışımı olarak önümüze geliyor. Mantarlı mantıda siyah mercimekler yavan hamur işine hiçbir katkıda bulunmuyor; mantarlar ve mercimekler, hamur bohçalarıyla boşanmayla sonuçlanmaya mahkum sakat bir evlilik gibi tabakta mutsuz bir halde yüzümüze bakıyor. Hepsiyle ilgili ortak kanı maalesef “olmamış.”

        Bir ara, acaba mutsuzluğumuz berbat atılmış bodrum katının en ucuna, bir Londra zindanında masaya mahkum edilmemizden mi diye düşünmedim değil. “Downstairs” rezervasyonu yaparken bunun “basement” anlamına geldiğini anlayamamak benim hatam.

        Ama tantuni nedir anlıyorum tabii ki. Fakat önümüzdeki tabak bir tantuni değil, daha çok bir “flatbread” veya pide. Ekşi maya pidesi üzerindeki koyun etli tantuni öne çıkıyor, hatta bayağı öne çıkıyor ama diğer yavan lezzetlerin arasında kayboluyor. O kadar kayboluyor ki ne yediğimizi hatırlamaya çalışırken zar zor aklıma geliyor. Hele bir de lahana dolması var ki, o konuya hiç girmeyelim.

        Yurtdışında Türk mutfağının yeteri kadar bilinmemesi, kabul görmemesi biraz da üzerinde herkesin uzlaştığı reçetelerin olmamasından. Yeni nesil Türk mutfağı yaratmak içinse önce orijinalini çok iyi bilmek, deneylere ondan sonra kalkışmak gerekiyor. İnsan bizde ışkın olarak bilinen rhubarb’la baklava yapmaya kalkışmadan önce mükemmel bir baklava yapmakta ustalaşmalı sanki. Ardından yeniliğe sıra gelir.

        Mangal II önceliği yenilik yapmaya vermiş ama yolda bir yerlerde kaybolmuş gibi. Bu haliyle Instagram takipçilerini, Dalston’da yaşamayı ‘cool’ sayanları tavlayacaktır. Ama daha çok yolu var.

        Yıldızsız

        Türkiye'den daha iyi Türk mutfağı

        Türkiye'den daha iyi Türk mutfağı
        0:00 / 0:00

        Kemal Demirasal adına önyargılıyım çünkü Türk medyasında çok fazla övülüyor. Profesyonel aşçı olmayan Demirasal zamanında Alaçatı’da çok iddialı bir restoran açmıştı, daha rehber gelmeden Türkiye’nin ilk üç Michelin’li restoranı olmaya adaydı. Ama olmadı, çünkü yeteri kadar iyi değildi. Hatta ilk ve son tecrübemde ciddi bir hayal kırıklığıyla ayrıldığımı hatırlıyorum. Basın ise onu hep övdü, sürekli övdü.

        Üzerinden yıllar geçtikten sonra Ladbroke Grove’da The Counter adlı bir mekanda karşıma çıktı Demirasal. Mahalleyi özellikle vurgulamam gerek, çünkü son 10 yılın benim için en iyi filmi olan Steve McQueen’in yönettiği “Lovers Rock” burada geçiyor. The Counter da filmdeki evden az ileride, epey popüler bir sürü restoran ve cafe’nin arasında.

        Burası da Türk mutfağını yeniden yorumlama iddiasında bir yer. Memleket hasreti çekiyorum herhalde, yoksa Londra’da neden sürekli Türk yemeği peşinde koşayım. Ama sadece bu da değil. Beyin göçü, bazı şeflerin Türkiye’de yapamadıklarını yurtdışında yapmalarına fırsat tanıyor. Umudum Türkiye’den bile iyi Türk yemeği bulmak.

        The Counter’a da iki gün arka arkaya gittim. İlk gün servis bir felaketti; o kadar kötüydü ki başta gelmesi gereken bal ve ekmek yemeğin ortasında, ana yemeklerle servis edilmesi gereken patates tatlı sırasında geldi. Masamıza bakan kişiye birkaç kere ne sipariş verdiğimizi benim hatırlamam gerekti, bu da doğal olarak sıralamayı bozdu. Pazartesi akşamıydı ve ortalık sakindi üstelik.

        Ertesi gün gittiğimde karşıma İstanbul’dan tanıdık bir isim çıktı ve bir gün önceki tecrübemiz 180 derece değişti. Hala boşluğu dolmayan Münferit’in başındaki Altuğ Kılıçarslan’ın Londra’ya taşındığını biliyordum, ama The Counter’ın başına geçtiğinden habersizdim. Bir yerde Altuğ varsa memnuniyetsiz ayrılmak mümkün değil.

        Siparişler bu sefer sıralı geldi. The Counter’ın şalgamlı mezcal veya kazan dibi tadında epey deneysel kokteylleri de var, bunlar da denendi. Deneysel kokteyller kadar deneysel bazı lezzetler de tadıldı.

        Sarılmamış yaprak dolma diye tarif edebileceğim, yaprak dolmanın tüm unsurlarının bulunduğu ama neredeyse bir pilav tabağı gibi sunulan “yaprak aşı” başlı başına bir şaheserdi. Türk mutfağına yeni bir yorum getirilmek isteniyorsa ders olarak okutulabilecek nitelikteydi. Tam da aradığım denge buydu: Mükemmel bir dolma yapan biri, buradan başka ne yapılabilir diye yola çıkmış ve sihirli formülü bulmuş. Baskın olmayan beyaz çikolatanın patlıcanın acılığını dengelediği babaganuş da sanki bu tarif hep böyle yapılmalıymış dedirtecek kadar yaratıcı bir çözümdü.

        Yıllar önce bir Trabzon ziyaretinden beri aradığım Akçaabat köfteye en yakın sarmısaklı köfteyi de Londra’da buldum. İçli köfte, altındaki humus sosla memlekette eşine benzerine rastlanmayacak kadar eşsizdi. Londra’da neden Türk lokantasına gidildiğinin yanıtıydı adeta.

        Özel bir gecede The Counter’a giden bir arkadaşım dilden İskender yediklerini söyledi. İlk gece çalışanların haberi yoktu. Ertesi gün Demirasal sadece bir kere yaptıklarını söyledi. Aklım kaldı. Onun yerine satır kıymadan Adana’yı tercih ettik; hem sunum hem lezzet olarak çok iyiydi.

        Sunuma özellikle vurgu yapmak gerek, çünkü genelde Türk yemekleri tabakta çok şık durmaz. Soğan, pide, ekmek, maydanoz derken tabaktan bir kaos yandır. Ama The Counter’ın kendi üretimi taş tabaklarda gerçekten dünya standartlarında bir restorandaki gibi manikürlenmiş bir şekilde duruyor aşina olduğumuz lezzetler. (Restoran sahiplerinin ortak baş ağrısı müşterinin bardak-çanak yürütmesidir; itiraf edeyim ki Winona Ryder gibi kendimi tutamayıp iki tane tabak ’ödünç’ aldım.)

        The Counter’daki süperstar ise normal şartlarda sipariş vermeyeceğim ama ısrarlarla denediğim bir sürprizdi: Adaçaylı fırın sütlaç. İçindeki pirinç miktarı konusunda anlaşamadık, ben sütlacı risotto kıvamında seviyorum ve bu işte Almanların milchreis’ını zirveye koyuyorum. The Counter ise muhallebi kıvamında fırın sütlaç yapıyor, Türkiye’de daha çok böyle tercih ediliyor. Şaşırtıcı olan adaçayının sütle birlikteliğindeki uyum, merak ettiğim neden bunu bir başkasının daha önce düşünmediği.

        ★★★

        Yıldız tablosu

        ★★★★ Olağanüstü

        ★★★ Mükemmel

        ★★ Çok iyi

        ★ İyi

        Diğer Yazılar