29 Ekim'den sonra
Cumhuriyet Bayramı’nın kutlandığı akşam KHK’ların yayınlanması ve idam cezasının geri gelmesinin neredeyse eli kulağında olduğunun anlaşılmasıyla birlikte Türkiye’de önemli bir eşik daha geçilmiş oldu. Savunma hakkı ve üniversite özerkliği ciddi darbe aldı. Ülkenin en köklü gazetesi Cumhuriyet’in yazar ve yöneticileri “FETÖ/PDY ve PKK/ KCK örgütlerine üye olmamakla birlikte onlar adına suç işledikleri” iddiasıyla gözaltına alındı...
OHAL’de birbiri ardına çıkan ve hukuk devleti alanını giderek daraltan KHK’lar Türkiye’nin, bugünkü iktidarın başlangıç dönemindeki iddialarını terk etmeye başladığını gösteriyor. 14 yıl önce Türkiye’yi dünyanın gözbebeği yapan özellik, birbiri ardına gelen reform paketlerinin ülkedeki kısıtlı demokrasinin hak ve özgürlük alanlarını açmasıydı. 11 Eylül sonrası dünya ortamında İslami gelenekten çıkmış bir partinin liberal bir siyasi gündemle AB üyeliğini hedeflemesi, Türkiye’yi ön plana çıkarmıştı.
Bugünkü ortamda Türkiye’nin bir AB üyelik hedefi olduğunu söylemek zor. Üç sene önce bahsi geçtiğinde kıyametler kopartan “kış saati”ne geçmeme kararının alınması bu kez, Avrupa kurumlarıyla kopuşun simgesel bir işareti sayılmalı. Bunun gibi irili ufaklı adımlarla AB’nin kurumsal yapısından uzaklaşıldığı gibi zihnen de farklı bir âleme geçildi.
AB’nin bundan 15 yıl önceki cazibesinden eser kalmaması, darbe üzerine verdiği tepkinin yetersizliği, mülteci akınından kurtulmak için kendi ilkelerini ve değerlerini arka plana atması, vize işinin çözüme bağlanmaması da bağların daha fazla gevşemesine yol açtı. OHAL’in uygulanış biçimi de üyelik konusunun artık faraziyeye dönüştüğünün işaretlerinden birisi. Türkiye’nin rotasının ne yöne doğru olduğu sorusu artık içeride de ciddiyetle soruluyor.
Yakın zamana kadar ülkenin coğrafyası nedeniyle taşıdığı değere içeride yapılan reformların kattığı değer ekleniyordu. Bir diğer anlatımla Türkiye nerede bulunduğu kadar ne olduğuyla da öne çıkıyordu. Bu ortamda iktidar partisi gerek iç politikasındaki tercihleri, gerekse dış politikasındaki açılımlarıyla dünyada beğeni, prestij ve destek kazanıyordu. ABD Başkanı Barack Obama, dünyada en çok güvendiği 5 liderden birisi olarak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın adını veriyordu. Arap isyanlarıyla birlikte “Türkiye modeli”nden beklentiler artmış, Ankara’nın politika tercihleri daha da yakından izlenir olmuştu.
Bugünkü tablo hayli farklı. Eskiden olduğu gibi Türkiye’nin küresel siyasetteki değeri, rejiminin yapısından değil, daha çok emlak değerinden kaynaklanıyor. Eskiden farklı olan, daha önceleri de müttefikleriyle ters düştüğü bilinen Ankara’nın dış politika konularında söylemindeki sertlik. Sabık Erbil Başkonsolosu Aydın Selcen’in de vurguladığı gibi sonuç da elde ediliyor. Başika kapanmıyor. Musul’a en azından şimdilik Şii milislerin girmesi engelleniyor. Türkiye’nin eğittiği Ninova Muhafızları’nın belirli şartlarda Musul harekâtına katılabileceği kabul ediliyor.
Ancak içeride kullanılan dilin ortalık yatıştıktan sonra ortaya çıkarabileceği iki sorun var: Birincisi yükselen beklentileri karşılayacak sonuçlar elde edilememesi. Gerek Rusya, gerekse ABD’nin Suriye’de koydukları kısıtlar, Türkiye’nin deklare edilmiş hedefleri olan El Bab, Menbiç ve Rakka’ya girememesine neden olabilir. İkinci sorun ise toz duman yatıştıktan sonra Türkiye’nin kendisini yalnız bulması ihtimalidir.