Türkiye'nin dış politikası
EĞER bu ülkede doğru dürüst bir parlamento, ne yaptığını birazcık bilen bir anamuhalefet partisi, dürüst bir tartışma ortamı bulunsaydı, dış politikada bazı konuların vahameti kendimizi övme seanslarının gölgesinde kalmazdı.
İlgili tüm ülkelerle ilişkilerde PYD konusu açıldığında, Türkiye kendisini yalnızlık içinde buluyor. Astana’da güya çıkar ve hedef birliği yapılan Rusya ve İran’la ilişkiler dahil bu tabloya. Konu PYD ise kimse Ankara’nın kaygılarına daha saygılı davranışlar sergilemiyor. Genelkurmay Başkanı ve MİT Başkanı’na mektup gönderen, Ankara’ya göre Astana anlaşmalarına aykırı davranan Rusya üzerinden Türkiye’ye yalnızca eleştiri gelmiyor; yaptıkları, Türk askerlerinin güvenliğini tehlikeye sokacak işler.
Aklı başında gözlemcilerin başından itibaren tehlikeli bir tuzak diye gördükleri İdlib’den kötü haberler geliyor. Bunlar “Yanlışlık oldu” diye geçiştirilecek türden gelişmeler değil. Belli ki giderek güç kazanan Suriye rejimi, Rusya’nın da desteğiyle “İdlib’i temizlemek” için hareketlenmeye başladı.
PYD KONUSUNDA TÜRKİYE’NİN İTİRAZLARI
Astana sürecine bağlı olarak Soçi’de bir türlü toplantı yapılamamasının en önemli nedeni, Türkiye’nin PYD veya ona bağlı unsurların masada bulunmasına itiraz etmesiydi. Olayların akışından anlaşılan o ki sonunda bir şekilde PYD ile bağlantılı unsurlar o masada olabilir. Bu arada Afrin’e yapılması sık sık gündeme gelen operasyonun Rusya’nın rızası olmadan gerçekleştirilmesi de zor. ABD’nin de PYD konusunda Türkiye’nin itirazlarına, kaygılarına kulak vermediğini biliyoruz. İkili ilişkiler yerlerde sürünüyor. Taraflar birbirileriyle konuşmak için ortak bir dil bulamıyor. ABD, FETÖ konusunda Türkiye’yi rahatlatacak bir hamle yapmıyor. Bu nedenle kabaran öfkeyle edilen sözlerse Ankara’nın ağırlığını artırmadığı gibi aslında aşındırıyor. S-400’lerin alınmasının stratejik maliyetinin ne olacağı, NATO’da sürekli olarak çatlak yaratmak isteyen Moskova’ya verilmiş bir koz gibi değerlendirilirse nasıl bir tepkiye yol açacağı meçhul.
Ortadoğu’da da işler içeriden göründüğü gibi gitmiyor. Geçenlerde katıldığım ve Ortadoğu ülkelerinden katılımcıların bulunduğu bir konferansta, daha önceleri Türkiye’den beklentileri hep yüksek olan dostlar varılan nokta hakkında merak içindeydi. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin soykırım suçlusu saydığı Sudan Cumhurbaşkanı Ömer el-Beşir ile ilişkiden Türkiye’nin gerçekten ne elde etmeyi umduğu soruldu. Kızıldeniz’de Mısır ve Suudi Arabistan’a, Katar ile birlikte meydan okumanın stratejik getirisinin ne olacağı, kapasitenin bu yüklerin hepsini taşımaya yetip yetmeyeceği de bölge ülkelerinde merak konusuydu. İran’daki rejimi böylesine sahiplenmenin gerekçesini de anlamadıklarını ifade ediyorlardı.
ALMAN DIŞİŞLERİ BAKANI’NIN EVİNDE ÇAY
Fransa ziyaretinde Macron’un sözleri, Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasını nihayete erdirmediyse bile uzun bir süreliğine derin dondurucuya koydu. Alman Dışişleri Bakanı’nın evinde demli çay içmek Türkiye’nin stratejik, siyasal ve moral ağırlığı açısından aslında önemli bir şey ifade etmez. Almanya, Türkiye hapishanelerindeki vatandaşlarını kurtarmak için gerekli sözleri söyleyerek fotoğraf verecek. Bu ülkenin cebinde para olduğu sürece mal satmayı da sürdürecek. Aynen Fransa ve diğer ülkeler gibi. Böyle bir ilişkinin iki tarafa da bir hayrı olacağı şüpheli. Ama bu durumu daha vahim hale getiren, Türkiye’nin meşru kaygılarının, çıkarlarının dost ya da düşman pek kimse tarafından yeterince dikkate alınmaması. Ankara’da, “Biz bir şeyleri yanlış yapıyor olmayalım?” diyecek kimse yok mu gerçekten?