Mayıs'ın 27'si
BENİM neslim 27 Mayıs’ı Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlayarak büyüdü. Bir askeri darbenin yarattığı “bayram”ı bir diğer darbe rejimi, yani 12 Eylülcüler takvimlerden kaldırdılar. Günün adını böyle koyduğunuz zaman yalnızca bu darbe sonucunda ne elde edildiğini göstermiş olmuyordunuz. Bu darbenin kendisine karşı yapıldığı siyasi partiyi ve siyasi akımı, hürriyetlerin ve anayasanın karşısına yerleştiriyordunuz. O siyasi akım ve darbeden sonra o akımın geleneğini sürdüren artçı partileri ise darbenin kendisini ve ortaya çıkardığı anayasayı bu durumda meşru kabul etmiyorlardı.
Elhak, Demokrat Parti (DP) dönemi özellikle kazanılan ikinci seçimden sonra bir hürriyetler cenneti yaratmış değildi. DP, kendi kuruluş ilkelerinin çok gerisine düşmüş, tek parti döneminden gelme kadrolar eski alışkanlıklarından vazgeçemedikleri için çok partili düzen içinde tek parti yönetimi özlemiyle olmadık işler yapmışlardı. 1960’a yaklaşıldığında ülkedeki gerginlik artmış, temel hak ve özgürlüklere yönelik taarruz şiddetlenmişti. Bunların doğru olması darbeyi bizatihi hürriyetçi yapmıyordu ama.
Bu basit gerçeği anlamak için elbette biraz büyümek, bazı soruları sorabilmek, sonraki siyasal gelişmeler ve askeri darbeler ışığında hürriyetler ile askeri darbeler arasındaki ilişkinin pek de tamamlayıcı olamayacağını kavrayabilmek gerekiyordu. Dünyanın başka yerlerinde yapılan darbelerle ilgili bilgi edinmek ve aslında maalesef 1960’lar solculuğunun çok kullandığı Türk ordusunun öznelliği ve ilericiliği efsanesinin geçersizliğini anlamaya yardımcı oluyordu.
Temel hak ve özgürlüklerin tanımlanması ve korunması açısından gerçekten de ülkenin gördüğü en ileri anayasa olmayı hak edecek bir metindi 1961 Anayasası. Demokrasinin temel kurumu seçimler karşısında aldığı tavrın, yürütmeyi denetlemek/ dizginlemek, hatta zincirlemek için bulduğu kurumsal çözümlerin sonuçta sistemin özünü zedeleyeceğini görmek içinse 1960’ların sivil-asker ilişkilerini, 12 Mart ve 12 Eylül’ü yaşamak gerekecekti. Taha Parla gibi sol gelenek içinden bir siyaset bilimcinin meseleyi klasik yaklaşımlardan çok farklı ele alan Türkiye’de Anayasalar kitabının önemi de tam bu noktada ortaya çıkıyordu.
FARKLI OLABİLİRDİ
Garip bir şekilde 27 Mayıs’ın mirası “Anayasa’nın üstünlüğü” ile “millet iradesinin üstünlüğü” arasındaki kıyasıya kavga olacaktı. Bu da ülkeyi hâlâ bitmeyen gerilimlere, kutuplaşmalara, temel ilke ve kurumlar hakkında bir türlü mutabakata varılamamasının yarattığı krizlere mahkûm edecekti.
Türk sağı millet iradesine inandığı kadar anayasanın ilkelerinin üstünlüğüne inansa, gerçekten özgürlükçü bir demokrasi inancı, laiklik anlayışına sahip olsa, askerle ilişkisinde millet iradesi ile devlet fetişizmi çeliştiğinde hep ikincisini seçmese belki gidişat farklı olabilirdi. Bunun tersine hareket ettiği gibi Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarına verdikleri şehvetli destek, intikamcılığın her şeyin önüne geçtiğini gösteriyordu. Türk solu da aslında hem özgürlükçülük açısından hem de ordu ile ilişkileri açısından başarılı bir sınav vermiş sayılmazdı. 1960’lı yılların en önde gelen aydınlarının “ilerici” darbe beklentileri ve bunun yol açtığı trajik sonuçlar da aslında 27 Mayıs’ın mirası arasında sayılabilir.
Sonuçta Türkiye, pek çok başka konuda olduğu gibi 27 Mayıs hakkında da bir değerlendirme mutabakatı bulamadı. Rahmetli Aydın Menderes’in, yakın tarihimizi muazzam emek vererek, kendi hayat hikâyesine paralel şekilde müthiş akıcı ve renkli bir dille anlatan Altan Öymen’e söylediği gibi: “İttihat ve Terakki ve Hürriyet ve İtilaf dönemlerinden beri hemen hemen hiçbir uzlaşma modeli yoktur. Siyasetin dayanağı, hep güçlü olmakta, güç kullanmakta görülmüştür.”
Bu döngünün 60 yıl önceki hikâyesini yarın Altan Öymen’in Umutlar ve İdamlar kitabı üzerinden nakletmeye çalışacağım.