Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Sıvasız hanelerden iki genç asker daha “şehit” düşerken ve kim bilir kaç genç daha düşerken, “sosyal medya”da İstanbul Müftüsü’ne atfedilen bir söz dolaşıyordu.

Tam da “şehit Yüzbaşı’nın Yarbay ağabeyinin isyan ettiği cenaze”de sonra.

İddiaya göre Müftü Prof. Rahmi Yaran “Ölenlerin ailesi cenazede bağırmasın yoksa cennete girme şansı olmaz” mealinde bir şey demişti.

İddia diyorum, çünkü kaynak belirsizdi.

Söylemiş mi? Emin değilim.

Söyleyebilir mi? Elbette.

***

Fakat mesele bunun söylenip söylenmemesi değil.

Birincisi; bir müftü, bir din adamı, “dinin kuralları”nı bilen birisi bunu söyleyebilir hakikaten.

Çünkü ister beğenelim ister beğenmeyelim, “İslam dini usulleri” ile kalkan bir cenazede arka planda başından beri böyle bir kural da var.

Ağlamak değilse de feryadın…

Bağırarak övgünün, yakınmanın, isyanın…

Bağıra çağıra ağlamanın da…

Açıkçası ağıtların, yasın yasak ve günah olduğuna dair içtihat işte.

Yasak bir yana “şeytani” olduğuna dair.

Üstelik nedense bugüne kadar hep kadınlar üzerinden aktarılan; “Kadın feryatlarının insan düşüncelerini menfi yönde etkilediğine” dair meallerle.

“Cennete gidip gitmeme” sanırım tabuttaki ölüyle değil, daha ziyade “bağırıp çağırarak ölüye de azap verenler”in başına geleceklerle ilgili:

“Cenazenin üzerinde bağırarak ağlayan kişi tövbe etmeden öldüğü takdirde kıyamet günü katrandan bir don, demirden bir zırhlı elbise giymiş halde kabrinden çıkacaktır.”

***

İkincisi şu:

Böyle açıklamaların, hatırlatmaların, meallerin zamanlaması hep önemli.

Yoksa dini bütün nice insan cenazenin her anında ne feryatlar, ne bağırarak ağlamalar, ne kendince isyanlar halinde.

Şu andaki meselemiz, aralarında “Kürt askerler, Kürt polisler” de bulunan “Şehit cenazeleri”nde, iktidarın barış yahut savaş veya birinden birine yuvarlanmış politikalarına dair her kesimden eleştiriler, feryatlar, isyanlar.

Nitekim kendi çocuklarını askerden kaçırmışefendiler “ne mutlu şehitlere” filan diyor; Diyanet “Feda çağrısı” yapıyor; “fedakârlıktan kaçınanlar”a da sitem ederek. Sanki efendilerin çocukları değil, sıvasız hanelerin evlatları kaçmıştır!

“Ne mutlu şehit analarına” diye buyurmaya çalıştıkça siz…

Bunun “mutluluk değil, acı” olduğunu ve “terörist”in öte yanında, iktidar politikalarının eseri olduğunu haykıran insanlar çıkıyor.

Astsubay kardeşleri böyle bağırsaydı ne olurdu bilmiyorum ama işte acılı, öfkeli Yarbay Ağabey böyle bir feryadı duyurdu bütün ülkeye.

***

Üçüncüsü:

Sayın Müftü’nün bunu söyleyip söylememesi (bu kuralı hatırlatıp hatırlatmaması) dışında, kendisi “Yaran” bir cepheleşmenin bir kanadında vazife yapıyor.

Zenginlerle fakirlerin aynı sofrada olamayacağına dair kuralları da hatırlattığı içinbunun ne demek olduğunu en iyi anlayacak kişi kendisi:

“İsyan eden Yarbay”a anında “Alevi” diye saldıran…

Suruç’a üzülmüş, Ahmet Kaya’ya yanmış ve tabii bunlar ancak öldükten sonra bize malum olabilmiş bir “şehit”i lanetleyebilen bir “Müslümanlık” türü!

Öyle ya, kendisi aynı zamanda “Camide içki içildi” buyruğuna karşı “Doğruya şahitlik” adına “İçilmedi” diye ısrar eden din görevlisinin de (memur olduğu için) sürülebildiği bir mevkide…

Devlet ve siyaset katındaki ayrımcılıkları meşrulaştıran fetva ve icraatın orta yerinde…

Vatandaşın vergileriyle ayakta durup bazı vatandaşları dininden, mezhebinden ötürü dışlamış Diyanet’tin emrinde, “Devletin din işlerine, din işlerinin gündelik hayata devletle müdahalesinin merkezi”nde.

***

Dördüncü en basiti:

Bu ülkede cenazede, törende, meydanlarda,her saniye sadece bir kişinin bağırması cennetlik kimine göre.

Onun dışında bağıran, çağıran, isyan eden, eleştiren, feryat eden nice insan ise cehennemlik!

Yoksa “Okunmuş üflenmiş Mercedes devri”nin uleması, Kur’an’ın “adaletsizlik, şirk, arsızlık, tamah, yalan, talan, fitne, fesat, ayrımcılık” üstüne hükümlerini de sık sık hatırlatırdı.

“Allah’ın bildiğini kuldan saklayan” sıfırcılar üzerine de cennet-cehennem vizeleri çıkarırlardı.

Öyle olmuyor.

Çünkü “vicdan ve inanç özgürlüğü” olması gereken din de, “vicdan bağımsızlığı” olması gereken yargı gibi, devlet-siyaset-emret hiyerarşisinin bir parçası…

Otorite ve tahakkümün münasip bir maşası…

Kimini karalayan, kiminin tüm ayıplarını örten bir organizasyon olarak kullanılıyor!

Ayıp mı? Ayıp.

Günah mı? Günah.

Zırhının altında katrandan, ziftten bir don olması mümkün mü?

Mümkün!

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar