Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Altay’dan mahcup çıkıp Beşiktaş’ta kah muhteşem, kah felaket oynayan; Belediye’de kıpır kıpır olan İbrahim Akın diyor ki…

Tek başıma mı şike yaptım? Tek suçlu ben miyim?”

Bir de İlhan Ekşioğlu varmış ama…

Durum şöyle İbrahim:

Her şeyden tek olacak.

Başbakan; mezheplerin, farklı dinlerin, farklı inançların bulunduğu coğrafyaya, tarihe sahip bir ülkede “tek din” de diyebildi.

Demokrasiye, çok sesliliğe, çeşitliliğe çok açık olmak üzerine onca laftan sonra; “teklik, tekçilik” müthiş aşama!

Bir de şu var:

Sebep ve sonucu olmayan suçlar diye bir içtihat oluştu!

Siz istediğiniz yere taşıyın ama Akın (veya Kulbilge) vakasında şöyle:

Bir oyuncu şike yapmış veya teşebbüs etmiş. Tamam.

Mecburen o maç(lar) da belli. Tamam.

Ama sebebi ne; kimin için ve sonuçta ne olmuş?

Sebep sonuç yoksa, İbrahim Akın ne?

Sebep sonuç varsa, Akın İbrahim ne?

Tarihi de böyle yorumlarsın, hukuku, sosyolojiyi de; kadim sorunları da.

İnsanların itirazının, isyanının sebeplerine de bakma…

Hep tek suç, tek suçlu!

Hep tek güç, tek güçlü!

Gülün kokusu uzaktan hoş gelir!

Fransa ve benzeri memleketlerde “sosyalist” partiler ne kadar sosyalist, zaten tartışmalı.

Kapitalizmi onarmak üzere, merkez sağın aşırı piyasasına tepkilerle bazen görev alıyorlar; oyunu kurallarına göre oynamaya çalışıyorlar.

Elbet yabancılara, göçmenlere, dünya sorunlarına, çalışan haklarına kökten Sarkozy gibi bakmıyorlar.

Bazen umut oluyorlar, bazen hayal kırıklığı.

Lakin orası bir yana, burası bu mevzuda acayip ilginç.

Almanya, Fransa gibi ülkelerde yaşayan vatandaşlarımızın önemli kısmı, ne kadar muhafazakâr, milliyetçi, sağcı olursa olsun; sol, sosyal demokrat, sosyalist, yeşil partilere sempatiyle bakıyor.

Çünkü duygular karşılıklı!

Haklarına, kimliklerine, sorunlarına onların daha yakın (çok yakın olmasa bile) baktığını düşünüyor, hatta biliyorlar.

Hadi onlarınki somut ama…

Burada da, benzer kesimler herhalde Sarkozy, Bush, Merkel gibilerden, Le Pen’lerden filan nefret edip onları hem “Türk düşmanı” buluyor, hem de saldırgan filan!

İyi de…

Ya bu tür huylar, kişilerden ziyade belli akımların karakteristiği ise:

Yani “ötekine düşmanlık”; insanların haklarını kazıyıp “aşırı piyasa”ya abanmak filan.

Orada kafadan sempatik olabilen “Sol” kavramı burada (kendini sol sanan yahut öyle atfedilen kimilerinin büyük katkısıyla da) kafadan antipatik.

Orada tehlikeli, insan, insanlık, azınlık, yabancı düşmanı sayılan “sağ” türleri (esasında asla solculuk filan olmayan ulusalcılık da dahil) burada birbirinden farklı kesimlerin ortak özelliği!

Oradaki enternasyonalizm orada ve burada “bizim” hoşumuza gidiyor…

Burada olursa, gücümüze gidiyor!

Matrak insanlarız biz.

Baktım, Sarkozy kaybetti, Hollande kazandı diye sevinen muhafazakârlara, milliyetçilere, ulusalcılara...

Ne müthiş bir Sosyalist Parti sevgisi!

Belki sadece, (parti amblemi) “Gül” sevgisidir…

Öyle ya, o mesafeden dikeni batmaz; uzaktan kokusu da hoş gelir!

Fakat “Gül”ü tutan bir de yumruk var; uzun bir tarihten biraz kalan.

Ne kadar kaldıysa!

Vicdan’ı ret!

Bu kadarına PES diyen astsubaylar, emeklilerle 200 bine gidiyor.

Bir de onların da astı var; katmerli dışlanmaların, itilmelerin uzmanları; isimleri sivil, cezası, ezası askeri olan memurlar.

Emuzder, Başbakan’a hatırlatıyor: Haziran 2011’de dediniz ki: ‘Seçimden sonra uzman erbaşların sorunları çözülecek.” Geldik Mayıs 2012’ye!

Şehit olsa bayrağa sarılıp tören yapılacak olan; ama kanser olup tedavisi 90 günü geçti diye ordudan atılan uzman çavuşu tanımazsınız değil mi?

Adı Ahmet Karataş’tı. 18 yıl koşturmuş, kanser olmuş, şartlar öyle ya, tedavisi 90 günü geçti diye atılmıştı!

Emekli örgütü Emuzder uğraştı sonra; hakları kısmen teslim edildi; o öldükten sonra tabii!

Yoksa hak; merhamet, lütuf, armağan, teselli değildir; hak haktır, hak hukuk olmalı, hukuk hakkıyla olmalıdır!

Not: Genelkurmay Başkanlığı, önce “Umur Talu’ya sansür aklımızdan geçmez” diye gayrı resmi bir açıklama yaptı. Vakanın çok sayıda asker tarafından duyurulmasından 24 saat sonraydı. Şimdi de, birkaç gün sonra, “Zaten hiçbir yazara ulaşılmıyor” dedi.

Şu anda ne oluyor, bilemem.

Ama “intranet”te, ben dahil, yazarlara (daha önce) ulaşıldığını biliyorum; on binlerce tık aldığını da.

Bir açıklama da, bazı birliklerde, daha önce olduğu gibi, yazdığım gazetenin girişine konan engeller için bekliyorum!

Bir açıklama da, Ulaştırma Okulu gibi yerler için gelen “baskı” ihbarlarına dair.

Böyle böyle, adım adım gidiyoruz işte!

Not: Müsaadenizle… Birkaç gün ara vereceğim. “Küçük” dediğim bir operasyondan dolayı, konuşamıyorum sayılır.

Tamam, bu konuda zaten “doğal, bedensel” engelli olup engelleri yürek ve hisle aşanların dışında…

Fiilen, baskıyla, tehditle, cebren, zoraki, mecburen, esaretten, aidiyetten, tabiiyetten, hiyerarşiden, otoriteden rehinelikten dolayı “konuşma engelli” milyonlarca insan varken, böyle demek bile abes ama, şöyle oluyor galiba:

Konuşamayınca, iç sesin de bocalıyor…

Ağrılar yüzünden bakma, göme, işitme, duyma, kavrama işi de sallanıyor…

Konuşamayınca, kendi sesini bile iyi duyamıyor; kendi sesinle rahat yazamıyorsun mesela!

Öyle işte…

Biraz böyle!

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar