Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Şair sözünden mülhem, çoğu zaman giden değil, kalandır ölen.

        Gidenin nereye gittiği, bundan sonra ne hissettiği, bir şey hissedip hissetmediği, gittiği yerin nasıl bir yer olduğu, rahatının yerinde olup olmadığı, acı çekip çekmediği, bir şeyi özleyip özlemediği; üşüyor mu, sıcaktan veya soğuktan mustarip mi, acıkıyor mu, susadım diyor mu, ağlıyor mu, gülüyor mu, yerinden memnun mu, başka yere gitmek istiyor mu, aynı yerden sıkılıyor mu, yoksa aynı yerde değil mi, hiç kimse bilmez. Gidenin ardından soruları istediğiniz kadar uzatın, dönüp dolaşıp geleceğiniz yer hep aynı, gidenin akıbeti konusunda hiçbir bilgi yok elimizde çünkü. En çok mezarını açarız, görüp göreceğimiz bir avuç kemikten başka bir şey olmaz. Elimizde kalan tek şey o kemikler, o da elimizi çabuk tutarsak, zira zaman içinde o kemikler de yok olup gider. Bunun dışında hakkında hiçbir şey bilmeyiz ölenin. Bildiğimiz tek şey artık o yanımızda değil. Giden bir meçhule gider, kalan ise azap içinde kalır ta ki sırası gelene dek… Yakınlarını, sevdiğini, anne babasını, eşini, çocuğunu, can dostunu kaybeden herkesin duygusu benzerdir. Gidenin yokluğu ağır bir taş olur oturur içine, giden köz olur düşer kalbine, giden paslı bir bıçak olur saplar döşüne… Uzun süre hayat sadece gidenden ibaret kalır, onun yokluğundan. O yokluğun yarattığı boşluk, dibi olmayan kapkaranlık bir kuyudur bazen, arada bir kendini o kuyunun dibinde bulur insan. Çırpındıkça çırpınır.

        Sevdiğinin, bir dostunun, bir yakınının, çocuğunun, annesinin, babasının ölümüyle baş etmek… Ne zor şeydir bunu birisinden istemek!

        *

        Yakın dostum Mehmed Uzun öldüğünde aklıma ilk gelen şey ona her gün bir mektup yazmak oldu. Başladım yazmaya. Mektup yazarken, bir anda onun hakkında bir kitap yazdığımın farkına vardım ama mektup yazmaktan da vazgeçmedim bir yandan da. Geride bıraktığı dünyada olup biten her şeyi anlatacaktım. Haksızlık olarak görmüştüm ölümünü çünkü. Sanki onun yerine de yaşıyordum ben. Onun ömrünü çalanlardan birisi olarak hissettim kendimi bir ara, hayır ölümünde en ufak bir dahlim yoktu, kanser taşlı yüzük olmuş, midesinin en kuytu yerine gizlenmişti, uzun süre uğraşmışlardı hekimler, kendini göstermemişti meret, en sonunda da onu alıp götürmüştü illet. Bense hiç beklemediğim bir anda onun yokluğuyla baş başa kalmıştım.

        Yazmaya başladım ona. Gittiğinden beri memlekette ve dünyada hiçbir şeyin değişmediğini, iyi insanların iyi, kötü insanların kötü olmaya devam ettiklerini, insanların her sabah işe gitmek üzere evden çıktığını, çocukların uykulu gözlerle okula gitmek için servis arabalarına doluştuğunu, ekmek arayanların hâlâ aramaya devam ettiğini, bulanların ise şişmanladıkları için artık ekmek yemediklerini, aylakların aynı şekilde sokakları arşınladıklarını, tekaütlerin aynı kahvelerde zamana kıydıklarını, belediye otobüslerinin hâlâ tıklım tıkış olduklarını, şehir gürültüsünün hiç dinmediğini, istasyonlardan kalkan trenlerin birilerini gurbete götürürken, birilerini de sevdiklerine kavuşturduklarını, uçakların aynı şekilde rötar yaptığını, otobüs terminallerindeki ayrılıkların hep aynı hüznü taşıdığını, hastaların hâlâ aynı sabırsızlıkla sabahı beklediklerini, aşıkların kavuşma umudundan hiçbir şey yitirmediklerini, yağmurun aynı şekilde yağdığını, ağaçların aynı şekilde yaprak döktüğünü, sonbaharın aynı hüzünle geldiğini, baş gösteren soğuğun aynı soğuk olduğunu, ben ve onu seven birçok okurunun, yakınlarının dışında kimsenin yokluğunun farkında olmadığını, gazetelerin benzer manşetler attığını, her ay yeni kitapların çıktığını, yeni filmlerin vizyona girdiğini, yeni sergilerin açıldığını, o yok diye hiçbir yazar arkadaşının imza günlerinden, söyleşilerden vazgeçmediğini, küçük meselelerimizi dünyanın en mühim derdi diye kendimize yük yapıp sırtladığımızı; birilerinini birilerine özgürlük getireceğiz diye birilerinin çocuklarını ölüme göndermeye devam ettiğini, her sene coşkuyla beklediği Nobel edebiyat ödüllerinin dağıtılmaya devam ettiğini, o gittikten sonra 2008 yılında ödülü Fransa’dan Jean-Marie Gustave Le Clézio’nun aldığını, hiçbir kitabını okumadığımı, yaşasaydı eğer adam hakkında bana bir yığın malumat vereceğini falan anlattım ona. Bu arada her gece rüyalarıma geliyordu. Sanki hep birlikteyiz de geceleri o kalkıp başka bir yere yatmaya gidiyor gibiydi. Ama her şeye yön veren bendim, benden istiyordu bir yığın şeyi. Sanki elini kolunu bağlamışlar, ona her şeyi yasaklamışlar, yaşıyor ama hayata müdahale edemiyordu. Bu arada hakkında yazdığım kitap uzadıkça uzuyordu. Nihayet sekiz ay içinde kitabı bitirip adını “Sen û Ben” koyup son noktaya vardığımda o da çekip gitti rüyalarımdan. Artık her gece rüyalarıma gelmiyordu. Sanki bir anda içimden çıkmış, kitabın sayfalarına geçmiş, hayatı orada ölümsüzleşmiş, o da çekip gitmişti.

        Çok sonra bir gece tekrar girdi düşüme. Bu kez elinde kalın bir dosya vardı. Bir roman yazmıştı, yayıncıya vermemi istiyordu. Yaşarken adını sık sık ondan duyduğum bir romandı, elinde tuttuğu kağıt yığının en üstünde kitabın adı göze çarpıyordu, kırmızı kalemle, el yazısıyla yazmıştı: “Meşa Mezin” yani “Büyük Yürüyüş”… “Hangi yürüyüş bu?” diye sordum. “Mela Mustafa Barzani’nin 500 pêşmergeyle birlikte 1946 yılında İran’ın Mahabat şehrinden Rusya’ya kadar, sınır çizgisini takip ederek hem Türk hem de İran güvenlik mensuplarının gözetiminde yaptığı yürüyüş var ya o yürüyüş... O yürüyüşün romanını yazdım nihayet. Hatırlarsan, ölmeden önce sana söylemiştim. O zaman senin yanında Allah’tan sadece beş yıl istemiştim, elimde başladığım ‘Auerbach’ın Umudu’ romanı vardı, onu çabucak yazacak, sonra da çok uzun yıllardan beri kurguladığım bu romanıma başlayacaktım. Bana beş yıl yeterdi, romanı bitirdikten sonra canımı alabilirdi Azrail, ama olmadı işte, acelesi vardı ölüm meleğinin. Geldim buraya, burada zaman o kadar geniş ki, siz hangi yılı yaşıyorsunuz bilmiyorum, bizim buralarda zaman yok, oturdum, çok çabuk yazıp bitirdim romanı” dedi bana.

        *

        Düşümün bir yorumcuya ihtiyacı yoktu. Aradan biraz daha zaman geçti, bu kez yakın bir zamanda vefat eden Ferit Edgü’nün “Giden Bir Kedinin Ardından” kitabı geçti elime. Kitabın bir bölümü “Onları Tanıyordum” başlığını taşıyordu. Ölmüş dostları Melih Cevdet Anday, Cemal Süreya ile Orhan Duru’ya dair yazdıkları benim yaşadıklarıma çok benziyordu.

        Ferit Edgü, Melih Cevdet’le ilgili gördüğü düşü anlattığı metnine “Tersinden Algı” başlığını koymuştu. Güzin Dino’nun ölümünden birkaç gün sonra girmiş düşüne Melih Cevdet. Altmış yaşlarındaki Melih Cevdet bir hayli genç ve dinçmiş. Ona mavi bir dosyayı gösterip demiş ki: “Bana sözün vardı, büyük boy resimli bir kitabımı basacaktın, işte size son şiirim”demiş. Ferit Edgü de ona, “Ada Yayınları artık yok” demiş, “Kapatalı çok oldu.” Melih Cevdet çok şaşırmış, “Allah Allah, peki ben neden bilmiyorum?” diye sormuş, o da “Öldüğünüz için” olmalı cevabını vermiş yekten. O sırada Melih Bey’in aklına öldüğü gelmiş, “Doğru” demiş, “Peki ya Abidin?” diye sormuş. “Abidin sizden önce öldü” demiş Ferit Edgü, Melih Bey çok şaşırmış, “Tuhaf, hiç karşılaşmadık” demiş.

        Sahi, öte dünya karşılaşsak, tanır mıyız birbirimizi?

        *

        25 Ocak 2009 günü Orhan Duru’nun vefat haberini aldığımda, “O dağ gibi adam nasıl ölür?” demiştim benim için acı verici o haberi almanın verdiği şaşkınlıkla. Bazı insanlar ölümden büyük gelir insana, her şeyle baş eder onlar, ölümle de diye düşünür insan ama öyle değil, ölüm bir anda her şeyi eşit kılar ne büyük kalır ne de küçük ne zenginlik kalır ne de fakirlik. Umberto Eco’nun demesiyle, “Ölümden bir saat sonra yok olup giden ruhumuz, yaşamdan bir saat önce neyse o olur”. Yokluğa döneriz.

        Benim Mehmed Uzun’un ölümünden sonra yaşadıklarımın bir benzerini, -kitaptan öğrendiğim kadarıyla- Ferit Edgü de Orhan Duru’nun ölümünden sonra yaşamış. Sık sık düşüne gelmiş Orhan Duru. “İmza Günü” başlıklı metinde onu anlatıyor Edgü. Yine düşte tabi…

        Orhan öldüğünden beri uzun boyu bir karış daha uzamış, takazalı bir dille “kitabım çıktı” demiş dostuna, “ilk ve son romanım. Bu romanımı okurlarıma imzalamak istiyorum” demiş.

        Burada bir parantez. Orhan Duru hiç roman yazmadı, sanırım şiiri de yok, sadece hikâye yazdı. Sezai Karakoç, onun hikâyeye başlamasını “Hatıralar”ında şöyle anlatır:

        “…1953 yılı, Veteriner Fakültesindeki arkadaşım Seyfettin, beni görmeğe geldiği bir gün, bir hikâye getirmiş ve ‘Fakültemize yeni bir arkadaş geldi. Hikâye yazıyor. Sen anlarsın. Hikayesini oku. Yazmaya devam etsin mi? Etmesin mi, yeteneği var mı? söyle’ dedi. Hikâyenin adı: ‘Sigaranın Dumanı İğri Tüter’di. Okudum ve arkadaşın yazmaya devam etmesi gerektiğini söyledim. Sonra, tanıştık. Hikayenin sahibi, Orhan Duru’ydu. Yine o sıralar Ziraat Fakültesine öğrenci olarak gelmiş olup sonraları Seyfettin ve Orhan’la aralarında adeta bir sacayağı oluşan Muzaffer Erdost’la da bu yıl tanıştık. Karşılıklı fakülteler arası ziyaretlerimiz olurdu. Erdost zeki ve cesur olmakla birlikte o yıllar sanırım, bizler kadar okumuş sayılmazdı. Ben de onları Cemal (Süreya)’le tanıştırdım.

        (…)

        Hatta bir gün, Orhan Duru: ‘Apolinaire’in Mirabeau Köprüsü şiiri için çevrilemez diyorlar. Şunu bir çevir de okuyalım,’ dedi. Ben de çevirdim.” (Sezai Karakoç, “Hatıralar”, Diriliş Yayınları, s. 311)

        Parantezi kapatıyorum; Ferit Edgü’nün Orhan Duru düşüne devam… Yazdığı roman için “imza günü” isteyen Orhan Duru’nun talebini kabul eder Ferit Edgü, bir kitapeviyle görüşeceğini söyleyince Orhan Duru, imzayı Hilton Oteli veya Pera Palas lobisinde yapmak istediğini söyler, onu da kabul eder dostu. “Ama ben bugün imzalamak istiyorum diyor kızgınlıkla, vaktim yok yukarıdan izin alıp geldim buraya” deyince, “Bugün biraz zor, hiç değilse bir iki gazetede haber çıkmalı, bir ilan vermeli” der dostu. Orhan Duru “Ne zaman olur bunlar” diye sertçe sorunca, “Pazar gününe yetişir” der Ferit Edgü. “Bugün Çarşamba, beni Pazara kadar bırakmazlar, en erken ne zaman olur sen onu söyle” der Orhan Duru. Orhan yaşarken, tek bir kere bile olsun dostuyla böyle buyurgan bir dille konuşmamış, bu yüzden dostu çok şaşırır. “Peki der, yarına bir şeyler ayarlarım” der demez Orhan gözden kaybolur. O gidince Ferit Edgü şöyle bir ilan metni hazırlar:

        ORHAN DURU YARIN

        21 ARALIK PERŞEMBE GÜNÜ

        HİLTON OTELİ LOBİSİNDE SAAT 15:00-18:00

        ARASI OKURLARINA SON KİTABI AZROMAN'I

        İMZALAYACAKTIR.

        Kalemi bırakır bırakmaz düşünde uykuya dalar. Uyandığında sabah olmuştur. Kendi kendine, “Bu ne demek şimdi, Orhan’cığım geçen ay ölmedi mi?” diye sorar. “Hayır” der sonra, “Onun ölümünü düşümde gördüm, şu anda bu satırları yazarken de öyle” der. Sanki masasından kalkıp ona telefon edecekmiş gibi gelir ona.

        *

        Dostum Mehmed Uzun’a yazdığım mektuplara bakıyorum şimdi bu yazıyı yazarken. Hep bu dünyada olup bitenlerle ilgili bir şeyler anlatmışım ona. Verdiğim en sevinçli haber de 2013 yılının baharında başlayan “Barış Süreci” haberidir. “Senin yaşarken çok özlemini çektiğin ve her vesileyle ‘anlamsız çatışma’ diye nitelendirdiğin dönem bitiyor, silahlar sustu, bu kez oluyor galiba ama barış katlanılması en zor süreçtir” diye yazmışım ona.

        Ama Ferit Edgü hınzır bir yazar olduğu için, ters köşe yapıyor bizi. Onun yazdıklarında Orhan Duru öte dünyayı anlatıyor ona. Yazdığı metne, “Dostum Orhan Duru’dan Öteyaka Mesajları” başlığını koymuş, yazının epigrafı ise, Nazım Hikmet’in, “Elveda dünya/Merhaba kâinat” dizeleridir. Ferit Edgü, Orhan Duru’nun ölümünden tam bir sene sonra onun ağzından yazıyor, daha doğrusu Orhan Duru “öteyakadan” bildiriyor. Diyor ki “Burada zaman olmadığı için geçen bir şey yok. Geçmeyen bir şey de yok.Pazartesi yok. Cuma yok. Yok bile yok.

        Gençliğinde varoluşçulukla ilgilenmiştin. Buraya geldiğinde yokoluşçulukla ilgilenebilirsin. Şimdiden hazırlan.

        Bizler için öte dünya, orası, sizlerin yaşadıkları dünya. Orada yiyip içip, okuyup yazıp, sevişip mevişip, yaşayıp gidiyorsunuz. Bizlerse buradan sizleri seyrediyoruz, sessiz kahkahalar atarak.

        Gene yaşadın: Zındıklar burada tümüyle özgür ne karışanları var ne görüşenleri. Müminler ise sürekli tartışıp kavga ediyorlar.

        Burada düşünmek yok. Çünkü düşünülecek, yorumlanabilecek konu yok. Ama düşünceye yakın bir şeyler var. Örneğin, yalnızsın, ama yalnızlık duygusu yok. Zaten için de yok, dışın da.

        Bedensiz de yaşamak oluyormuş. Hepsi yalanmış: Ne cennet var burada ne cehennem.

        Acıkmıyorsun, susamıyorsun. Okumuyorsun, yazmıyorsun; resim, heykel yapmıyorsun. Ne var ki tüm bunları yapıyormuşçasına bir doygunluk içindesin. Uyumuyorsun. Sürekli bir uyanıklık içindesin.

        Yürümüyorsun. Ama zaten istediğin zaman istediğin yerdesin. Konuşmuyorsun, çünkü sözcüklere gereksinmen yok. Yıkanmıyorsun, çünkü hiçbir zaman kirlenmiyorsun.

        Geceyle gündüzün olmamasını yadırgamıştım. Şimdiyse, bir zamanlar geceyle gündüzü yaşamış olmama şaşırıyorum.Ne yorgunlukmuş! Hele şu yaşamışım sözcüğü.

        Burada çocuklar büyümüyor.

        Burada, Tanrı kavramını bilmeyip de Tanrı varmış gibi yaşamış garip insanlar da var. En makbul olanlar da onlar.

        Burada hiyerarşi yok. Ne as ne üs. Dünyadayken yalnızca düşünü kurduğumuz eşitlik.

        Soru yok. Dolayısıyla yanıt da yok. Dolayısıyla tartışma da yok. Dolayısıyla kargaşa da yok.

        Dünyaya (öteyakaya) dönmek istersen dönebilirsin. Ama bunu isteyen yok.

        Kitap yok. Hiçbir kitap.

        Bellek yavaş yavaş ölüyor. Anıların silinmesi zaman alıyor. Bellek tümüyle öldüğünde, ancak o zaman gerçekten ölmüş oluyorsun.

        Buranın bambaşka bir ışığı var. Gündüz-gece olmadığı için sürekli, hiç değişmeyen parlak bir ışık bu: Bilmediğimiz binlerce renk. (Ya da bulunduğumuz yerden dünya böyle görünüyor.)

        Yoksa sonsuzluk denilen bu mu?

        Yaşamın anlamı yoktur, diyorduk ya gençliğimizde, gerçekten yokmuş. Ölümün de.

        Garip gelecek ama gerçek: Burada millet yok, milliyet yok, inanç yok, din yok. Hiçbir şey yok.

        Burada has müzisyenlere tapılıyor. Çünkü onlar zaten burada yaşamışçasına yaratmışlar ezgilerini.

        Son söz: Nasıl yaşadınsa öyle ölüyorsun.

        İşte böyle sadık dostum. Belki gene gönderirim mesajlarımı. Nasıl olsa zaman sonsuz. Mekân da öyle.

        P.S. Henüz Tanrı'yı görmüş değilim.”

        *

        “Tutunamayanlar”dan Selim Işık intihar ederek ölür, arkadaşı Turgut Özben ise intiharının peşine düşerken uzun bir yolculuk sonucu yazdığı mektupta şunları söyler:

        “Bütünüyle unutulmaya kimsenin gücü yetmiyor. Bir duvarda iki satır yazı, bir albümde soluk bir resim, bir Selim’in ölümü bana hepsinden acı geliyor. Bir de bütünüyle unutulmak gibi acıklı bir oyuna kimsenin yüreği dayanamıyor. Selim’e bile unutulmak ölümden acı geliyor. Selim’in ölümü bana hepsinden acı geliyor. Bir de bütün bunları, Selim öldükten sonra düşünmek acı geliyor. Sonumu düşünmüyorum: baş tarafım acı geliyor. Değiştirememek acı geliyor. Selim’e, ben de varım Selim, ben de varım, diyememek acı geliyor. Beni de al Selim; ölümden, unutulmaktan öteye götür. Birlikte tutunamayalım. Ölmekle bana haksızlık ettin, birçok insana haksızlık ettin. Bütün bunları diyememek acı geliyor.” (Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”, s.719)

        Ahirete inanmayanlar için ölüm “sondur”, inananlar için ise “sonsuz hayatın” başlangıcı…

        İster inanın ister inanmayın. Ölümün ölenle derdi yok, onun işi gücü kalanladır.